2015/12/26

Anime Yorumu: One Punch Man

İyi akşamlar.
Günün verdiği yoğunluktan dolayı bu akşam oldukça yorgundum fakat son yoğun günüm olacağından bir o kadar da mutluydum. Bu yüzden bunun acısını çıkarmak adına One Punch Man'i bitirmeye karar verdim. Zaten açılış ve kapanışları kesip birleştirdiğinizde ortaya iki buçuk saatlik bir anime çıkıyor. Yani bir film kadar kısa. Eleştirilerimi içeren küçük bir yazı olacak, bu yüzden siz okuyanları fazla tutmayacağım.


Şey, öncelikle fikir babası olan One-san'ı ve bu sevimli kahramanı (sevimli dedi ya...) yeniden çizerek ortalığı birbirine katan Yusuke Murata-san'ı tebrik ediyorum. Tıpkı mangası gibi animesi de suratımıza bir yumruk gibi çarpıverdi ve şu an seriyi bitirmiş olan herkes animenin ne kadar kısa olduğundan yakınıp yeni sezonu dört gözle bekliyor olmalı (en azından ben bekliyorum~).

Bu seriye başlamamı geciktiren en önemli faktör tabi ki de izleyici kitlesiydi. Birden patlayıp gidince ve insanlar deli gibi herkese animeyi izlemelerini önerince seriye olan ilgim azaldı. İzlemeden izlemiş gibi oldum hatta. Görmezden gelinecek gibi değildi. Haliyle bu seriyi gözümde sıradanlaştırdı. Ama yine de sempatik görünüşlü ana karakterin ve arkadaşının (o da nesi...robot mu bu arkadaş...) hatırına bir şans vermeye karar verdim.

Ve iyi ki de yapışkan izleyici kitlesini görmezden gelerek izlemişim diyorum. Şu ana kadar es geçilip boş kalmış bir yeri doldurmuş gibi hissettim seriyi bitirdikten sonra. Ve um... Japonya'nın minyatür Marvel'ı olabilir diye düşündüm? Çünkü ana karakterimiz Saitama kadar yan karakterler de bir o kadar eğlenceli ve yetenekliydi. Hani şu yeterince güçlü olamayan ve insanlara yardım eden kahramanlar yok muydu? Mumen Rider, Stinger ve Inazu Max, onlara bile ayrı bayıldım ben! Onlar olmasaydı anime eksik kalırdı diye düşündüm. Herkes aynı yıkıcı seviyede olsaydı işin güzelliği kalmazdı değil mi?


En havalı takım!!

Bunun dışında Saitama acayip tatlı ve sempatik. En güçlü kahraman olsa bile bir kahramanın eksik taraflarının olabileceğinin en güzel örneği. Ayrıca seri boyunca yalnızca sınırsız güce sahip olmanın bir işe yaramadığını da gösteriyor Saitama. Düşünceli, alçak gönüllü ve tam anlamıyla evinin erkeği.

Kaktüs çok sulanırsa güçlenmez Saitama-kun...

Genos'a edilecek laf bulamıyorum gerçekten. Şu ana kadar gördüğüm en sevimli cyborg. Seri boyunca parçalanıp durması içimi acıtmadı değil...

Şeker şeyler sizi <3

Son olarak çizim tarzından ve müziklerden bahsetmek istiyorum ki ikisi de bahsedilmezse olmaz olan aşık olunası şeyler. Çizimler kimi zaman aşırı sevimli kimi zamansa "whoa. çok havalı." dedirtecek tarzdan detaylı ve mükemmel. Özellikle dövüş sahneleri insanın nefesini kesiyor. Ancak benim gözüme batan şey mangakanın vücutları harika ölçüde çiziyor olması. Hayır, bu doğru olmadı. Daha doğrusu mangaka seri içinde kahramanların kafalarından çok popolarına önem vermiş gibi. Neden buna dikkat ettim bilmiyorum lütfen yargılamayın ama her bölümde en az bir tane popo görüyorsunuz. Görmezden gelmiş olmanız imkansız çünkü gözünüze sokuluyorgds Şaka yapmıyorum!!1!1




Favori karakterinizi poposundan tanıyın! haydaa..

Her neyse son olarak müzikler de bir harikaydı. Özellikle açılış klibine hasta oldum. Her bölümde oturup sonuna kadar izleyesim geldi.



Serinin kısalığından dolayı tadı damağımda kaldı diyebilirim. Umarım kısa süre içinde serinin devamını görebiliriz. Mangaka-san'a buradan bolca enerji ve kol gücü yolluyoruz~ Ganbatte ne!

One Punch Man'i izlemediyseniz izlemenizi tavsiye ederim. Ama "MUTLAKA İZLE HARİKA BİŞİ" değil, "Gerçekten başarılı bir seri. Konusuna bir göz atın ve türünün sevenlerindenseniz eğer, izlemenizi şiddetle tavsiye ederim."

Bu akşamlık benden bu kadar. Görüşmek üzere!

2015/05/21

Somnu (Kısa Hikaye)

Somnu 

Hey. Hey sen. Evet, sana diyorum! Bir de kafanı çevirip saf ayağına yatıyorsun. Senin uyanık olmaman gerekirdi. Bunu nasıl başardın?
Bunu her zaman mı yapıyorsun? Taanrım... Sende bir tür hastalık olmalı o zaman. Son zamanlarda hayatın nasıl? Zor günler geçiriyor musun? Uyanık olmaman gerekirdi. Hele ki böyle bir yerde.
Nerede olduğunu soruyorsan bir otobüstesin. Pencereden dışarıya bir bak! Etraf neredeyse bembeyaz, sanki dev beyaz pamuklardan bir yol. Güneş de epey aydınlatıyor bu yolu. Bu yol... Bu yol kimi insan için güneşlerin çiçek gibi açtığı bir yoldur, kimisi içinse... Hm? Ben kim miyim? Ben bu otobüsün rehberiyim. Sana ineceğin durağa kadar eşlik edeceğim. Benden ayrıldıktan sonra da sana başka bir rehber eşlik edecek. Çünkü buralar kaybolmaya müsait yerlerdir. Bu yüzden uyanık olman tehlikeli diyorum ya!
Nereye mi gidiyoruz? Onu söylememe izin yok. Çünkü söylersem yolculuk bütün anlamını yitirir. Bunu bir...sürpriz gibi düşünebilirsin, evet! Bu arada ismim Somnu. Ya seninki? Oo, hayatımda duyduğum en güzel isim. Tanıştığımıza memnun oldum. Madem uyanıksın, sana buralardan biraz bahsedeceğim. Ama aramızda sır olarak kalacağına söz vermelisin. Anlaştık mı?
Şimdi iyice yaklaş.

Otobüsün içine dikkatlice bakacak olursan herkesin uyuduğunu göreceksin. Mışıl mışıl, otobüsün sarsıntısından ve basınçtan etkilenmeden uyuyorlar. Derin uyku nedir bilirsin, değil mi? Şu an hepsi derin uykuda. Şuradaki bayanı görüyor musun? Kısa, kahverengi saçlı, zayıf olan. Hayır, o değil! Üzerinde çiçekli kimonosu var. Evet, o! Uykusunda durmadan dişlerini gıcırdatır çünkü günlük hayatta geri plana attığı dertleriyle rüyalarında yüzleşir. Ama uykusu derin olduğu için uyandığında hiçbirini hatırlamaz. Ve hemen karşısında oturan bahçe cücesi boylu, şişe dibi gözlüklü hanımefendi de en yakın arkadaşı. Ahh! Ne vuruyorsun doğruyu söylemiyor muyum!? Yirmi yaşında bir bayana göre boyu kısa işte. Neyse! Kısa kadın ise hayatı iyiye gitmediğinden çareyi rüyalarında arıyor. Senin yaptığını yapmaya çalışıyor yani. Uyanmaya çalışıyor. Burada yaşamak istiyor. Ama burada yaşarsan, uyuyan bedenin zamanla çürümeye başlar. Gerçek dünyayla bağlantın koptuğunda ve tamamen burada olduğunda ise...işler sarpa sarmaya başlar. Bu gerçekten...gerçekten vahim bir durum.

Uykuda olup olmadığını mı soruyorsun? Hem uykudasın, hem de değilsin.

Bu insanların bu otobüste olmasının bir sebebi var. Senin de öyle. Ya ben? Ben rehberinizim! Heh he... Nasıl rehber olduğumu mu merak ediyorsun? Aslında ben... ımm... bu iş için doğmuş gibiyim, evet! Kendimi bildim bileli buraları gezmeyi çok severim ben! O yüzden bana bu görev verildi. Okulda da bu öğretilir ya zaten, daima sevdiğin işi yap! Heheh...

Ah, yavaş yavaş son durağa geliyoruz. İnerken adımlarına dikkat et, olur mu?. Çoğu kişi sendeleyip düşer ve bulutların arasından kayıp uyanır. Hm? Elbette bulutlar. Yere basacağımızı mı sandın? Heh. Sen hiç uykundayken düşüyormuşsun gibi hissedip birden uyanmadın mı? Dur, işte geldik. Bunu izlemeni istiyorum. İnsanlar uykularından uyanırlarken yeni doğmuş bebeklere benziyorlar. Sanki bu zamana kadarki yaşantıları aniden siliniveriyor ve en başa dönüyorlar. Şuna bak nasıl da esniyor. Çok sevimli. Cüce boylu hatun kedi gibi geriniyor. Bunu çok yapar çünkü evde beş kediyle birlikte yaşıyor. Neyse, senin de inmen gerek. Haydi kalkalım!

Adımlarına dikkat et. İşte böyle. Hava ne kadar da temiz değil mi? Ağaçların olmasını beklemiyordun değil mi? Ah, buraya gel. Kalabalıktan uzakta duralım biraz. Aaah!! Bak bak! Gördün mü!? İşte bundan bahsediyordum. Tam olarak uyanamadığın zaman bulutlar ayağının altından böyle kayıveriyor işte. Zavallı adam. Bir daha ne zaman buraya gelir acaba? Uykuya dalmakta sorun yaşıyordu az önce düşen... Ah, işte diğer rehberler de geliyorlar. Aslında bu elemanlar maceranızın ana karakterleri. Kimonolu kadına bak mesela. Karşıdan gelen uzun boylu adamı bekliyor. Adam da onun gibi kimono giymiş. Saçlarında siyahlar ve kırmızılar var. Garip değil mi? Sizin dünyanızdan değilmiş gibi hissettiriyor. Şu altın rengi yelpazesine bak. Ya o parlak, güzel takunyalar? Bir erkek için fazla güzel. Zayıf bayan onu görmeyi çok istiyor çünkü uyandığı zaman görmesinin imkânı yok. Çünkü artık onunla aynı dünyada bile değil. Az önce sizin dünyanızdan değilmiş gibi görünüyor dediğim için kendimi suçlu hissediyorum.
Ağacın kenarında duran yaşlı amcaya bak şimdi. Yanında yalnızca köpeği var. Borçlar boğazına yapıştığında başka şehre taşınmak ve çok sevdiği köpeğini terk etmek zorunda kalmıştı.
Kısa hatuna bak bir de. Farkında olmadan rüyalarına hep bu minyon tipli adamı çağırıyor. Sonra da elleri titrerken defalarca özür diliyor. İkisi de... bir garip. Kadın onu sürekli görmek istiyor çünkü onun da gerçekte onu görmesinin imkânı yok. Birbirlerinden kilometrelerce uzaktalar çünkü.

Hm? Oh hayır, tabii ki de gelenler gerçek değiller. Gerçek olsalardı ortak görülen rüyalar olur ve insanlar rüyalarla iletişim kurulabildiğini fark edip deliye dönerdi. Gelenler...benim gibiler. Eşlik edecekleri insanın yüreğinin derinliklerindeki pırıltıları bulup onların kılığına girerler. Bu iş için doğmuşlar. Burada yaşayan herkes böyle sevimli maskeler takar. Iıh... İnan bana gerçek yüzlerimizi görmek istemezsin.

Ah, işte seninki de geliyor. Veda etmenin vakti geldi artık. Bir dahakine güzeeelce uyu, tamam mı? Yaptığın çok tehlikeliydi. Bana denk geldiğin için şanslısın. Gel de seni son kez şöyle bir kucaklayayım. İşte böyle.
Pekâlâ, kendine iyi bak! Tatlı rüyalar...

2015/03/31

Görünmez Duvar (Kısa Hikaye / Bölüm 2)

Ekranı kaplayan ince ve kemikli eller. Ardından o tanıdık yüz. Gözlerinin altı çökmüş ve alt dudağı kıvrılıp üst dudağını tamamen kapatmış. Yoshida-san tam da Niou'nun oturduğu yerde oturuyordu. Televizyonun üzerine astığı minik kameraya ifadesizce bakıyor ve iki yana açtığı bacaklarını hafifçe sağa sola sallıyordu. Derin bir soluk aldı sanki anlatacaklarını tek bir solukta anlatmak istiyormuşçasına. Dudakları kırılıp belli belirsiz bir gülümsemeye dönüştü. Ardından her gülümseme gibi o da korkup gölgelerin ardına saklandı.
"Merhaba Niou-kun. Beni aramaya geleceğini adım gibi biliyordum. Bu yüzden bunu senin için hazırladım. Beni dikkatle dinle. Ve her kelimemi hafızana kazı. Çünkü benim kelimelerimi senden başka kimsenin hatırlayacağını sanmıyorum." Sağ elini kaldırıp alnını örten perçemleri ittirdi. Daima anormal derecede uzun kirpiklerine dolandıkları için şikayet ederdi ama o perçemleri hiç daha kısa kestirmezdi.
"Öncelikle ne kadar iyi bir asistan olduğunu itiraf etmek istiyorum. Yalnızca çalışkan bir asistan değil, sadık bir dostsun. Kendimi açıkça ifade edebildiğim yalnızca sen varsın. Bu yüzden hayatımda büyük bir yer kaplıyorsun. Bunca zaman kaprislerimi çekip yanımda olduğun için teşekkürler." Uzanıp kahvesinden bir yudum aldı. Niou'nun gözleri istemsizce sehpanın üzerinde soğumaya yüz tutmuş kahve fincanına kaymıştı. Yoshida konuşmaya devam etti.
"Ve asıl konuya gelecek olursak...ben yalancının tekiyim. Az önce söylediklerimin yalnızca seninle ilgili olan kısmı doğru. Yeteneklisin, sadıksın, çalışkansın. Bense ne istediğini, nasıl davranması gerektiğini bilmeyen, kendi görünmez duvarlarının arasında sıkışıp kalmış, depresif serseri herifin tekiyim. Benim dünyamda hiçbir zaman güneş açmıyor. Bundan sonra da açmayacak. Sana gerçeği anlatacağım. Muhtemelen mutfakta hala sıcak su vardır. Anlatacaklarım uzun olduğundan gidip kendine kahve koyabilirsin." Duraksadı ve sanki onunla şu an konuşuyormuş gibi gözlerinin tam içine baktı. "Haydi git! Git ve kendine içecek bir şey al."
Niou irkilip ayağa kalktı ve mutfağa gitti. İçinde bulunduğu durum tüylerini diken diken ediyordu. Nedenini bilmediği bir huzursuzluk havada dolaşıyor, dans ederek ciğerlerine dalıp içini sıkıştırıyordu. Siyah beyaz karolu yer döşemeleri ve metalik kırmızı buz dolabı dışında her şeyin soluk renkte olduğu mutfağın tezgahına yaklaştı. Metalik gri su ısıtıcısında hala su kaynamaktaydı. Dolapları karıştırdı ve kendine bir fincan çıkarıp plastik kutunun içine sıralanmış hazır kahve poşetlerinden birini hazırladı. Kahveden yayılan fındık kokusu bütün mutfağı sarmıştı. İçeriye döndü. Görüntüyü dondurmamıştı ve Yoshida hala bekliyordu. Kahvesinden içip önündeki kağıda Niou'ya yol gösterecek olan kıvrımlı oku çizmekteydi. Niou kanepeye geri otururken kafasını kaldırdı ve gülümsedi. Evet, gülümsedi!
"Geldin mi? Geldiğini farz ediyorum. Tahmin edeyim; fındıklı kahve ve turuncu kahve bardağı."
Genç adam şaşkınlıkla elinde tuttuğu turuncu fincana baktı. Bu bir çeşit şaka olabilir miydi yoksa kendini geri dönüşü olmayan paranormal bir olayın içine mi hapsetmişti? Yoshida güldü.
"O kahve bardağını çok seviyorsun. Gözümden hiçbir şey kaçmaz! Seni senden daha iyi tanıyorum Niou-kun. Seni bir kitap gibi açıp okumak öyle hoşuma gidiyor ki." İç geçirip kafasını çevirdi. "Her neyse. Şimdi sana doğru bildiğin tüm yanlışları anlatacağım."

Niou karşısında her daim kararlılıkla duran, diğerlerinin ne söylediğine aldırmayan o serseri adamı görmüyordu artık, onun yerine karşısında korkudan tir tir titreyen zavallı biri vardı. Elleriyle dizlerini kavrıyor, etrafını durmadan kontrol ediyor ve konuşurken istemsizce sesi titriyordu.
"Hatırlayacağından pek emin değilim. Birkaç ay önce son yazdığım kısa hikaye üzerinde çalışıyordum. Hani şu karısını öldürmesini söyleyen garip sesleri duyan adam hakkında olan. Hiçbir şey umurumda değildi; ne patronum, ne sen, ne de odama defalarca girip çıkan, ismini bile hatırlamadığım insanlar. Hiçbiriyle tanışmamıştım aslında. Onlar tanıştıklarını zannediyorlardı bense onları çoktan unutmuştum. Bu insanlardan biri bana kendini hatırlatmayı başarmıştı. Ama ben onu kimsenin hatırlamayacağı bir hatıraya dönüştürdüm." Duraksadı ve elleriyle gözlerini ovuşturdu. Titreyen sesi şimdi gözyaşlarının arasında boğulup gitmişti.
"Ben...ben bir katilim Niou-kun..."

"Kız çekik gözlerine ve küçük dudaklarına rağmen bizden biri değildi. Çat pat Japoncasıyla geldiğini söylüyor, içeceğimi odama bırakıyor ve gidiyordu. Ben binadan ayrılırken yine o kırık dökük aksanı duyuyordum: 'İyi akşamlar Yoshida-san!' ya da 'Yarın görüşürüz Yoshida-san!' diyordu. Ve ben aldırmıyordum. Diğerleri gibi sıradan bir çalışandı işte. Daha sonra anlattıklarına göre ailesi sonradan fakirleşmişti ve onları ayakta tutabilmek için en adi işte bile çalışmaya razıydı. Yırtık pırtık hırkalarla gezip duruyordu. Bu yüzden hep alay konusuydu. Ame-chan şöyle, Ame-chan böyle. Seni zavallı yaratık! Halbuki bunları söyleyenler hayata pençelerini geçirip her şeye rağmen yaşamaya devam eden Ame-chan'dan daha zavallıydılar. Onlar asla gerçeği göremeyeceklerdi. Her neyse." Yoshida defalarca gözlerini silip burnunu çekti. Küçük gözlerinin etrafı ve nokta burnu kıpkırmızı olmuştu. Niou onca halini görmüştü fakat bu manzarayı ilk defa görüyordu.
"Bu kız bir gün tamamen ilgimi çekmeyi başardı. Meğerse ne zamandır içecek servisi için geldiğinde bir şeylerden bahsediyormuş da dinlemiyormuşum. Kafamı kaldırdım ve göz göze geldik. O kadar sevimli o kadar güzel bir yüzü vardı ki... İnsanlar neden kıyafetlerine bakıyordu diye düşünmeden edememiştim. Tabloya çizilmiş gibi pürüzsüz ve güzel bir yüzü varken neden kıyafetleri? O gün onunla saatlerce konuştum. Benimle konuşabildiği için mutlu görünüyordu. Ben de konuşacak birilerini bulduğum için mutluydum. Uzun zamandır bir kadınla bu kadar yakınlaşabildiğim için mutluydum. Yüreğimin derinliklerinde küçük bir kıvılcım parladığı için, yaşadığımı hissettiğim için mutluydum. Fakat eve döndüğümde her şey değişti. Sanki saatlerce onunla konuşmamışım gibi aptal beynim ona güvenmemem gerektiğini söyledi durdu. Ona güvenmemeliydim o da diğerleri gibiydi. Beni aldatacaktı, gün gelecek kıçıma tekmeyi basacak ve arkasına bile bakmadan kaçacaktı. Hayır, ona güvenmemeliydim. Böyle söyleyip durdum kendime. Lanet olası adi herif neden böyle düşündüm ki!?"
Yoshida içinde kaynayan nefrete engel olamayıp elinin tersiyle bardağa vurdu. Aynı anda Niou'nun önündeki soğumuş bardak da savrulup duvara çarpmış, içindeki soğuk kahve duvarın üzerine yayılmıştı. Bin bir parçaya ayrılmış bardak Niou'nun korkudan büyümüş göz bebeklerinde parlıyordu. Ellerini kanepenin yastıklarına kenetlemiş titremesine engel olmaya çalışıyordu. Televizyondaki üzgün adam bardaktan dolayı kesilen eline bakmaktaydı. Elinden düşen kan damlaları Niou'nun önündeki kağıtta küçük izler bıraktı.
"Üzgünüm." dedi Yoshida. "Devam ediyorum."

"Ertesi gün yine konuştuk. Dün geceki düşüncelerimi bir kenara atmış gibiydim. Onu daha çok tanımak istiyordum, beni bırakıp gitmesini istemiyordum. Yalnız kalmak istemiyordum. Görünmez duvarlarımın arasında sıkışıp kalmak istemiyordum. Hayatım boyunca ilk defa bana benzer birini bulmuştum. Ama diğer yandan her ne kadar bana benzerse benzesin bana ihanet edeceği, beni kullanacağı ihtimali içimi kemirip duruyordu, beni delirtiyordu! Fazla paranoyaklaşmıştım. İçimden bir ses onu can çekiştiği hayatından kurtarmamı söylüyordu, diğer bir ses ise kendi haline bırakmasını. Onu kendi haline bırakmamı söyleyen aptal sese aldırmayıp ona yaklaştım ve onu ne kadar istediğimi gösterdim." Yoshida kafasını çevirip eliyle ağzını kapattı. Ama hala konuşmaya devam ediyordu.
"Biliyorsun ben sözcükleri ancak kağıtta canlandırabilen maymunun tekiydim. Konuşamadığım zaman yazardım. Ama böyle bir şeyi yazabilmemin imkanı yoktu." Elini çekip dudaklarını yaladı ve çekingen bir şekilde gülümsedi. Diğer eli hala kanamaktaydı ama buna aldırmıyordu. Niou'nun önündeki kağıt kıpkırmızı olmuştu.
"Onu öptüm. O an neler hissettiğimi anlatabileceğimi sanmıyorum. Sanki o ana kadar yaşadığım her saniye birer rüyadan ibaretmiş gibi." Güldü. "Sanırım kıskandığın için daha fazla duymak istemeyeceksin."
Niou'nun da ister istemez yüzünde bir gülümseme oluşmuştu. Yoshida kaldığı yerden devam etti.
"Nasılsa o da doğru düzgün konuşmayı beceremiyordu. Anlaşabilmemizin en doğru yolu bu olmuştu. Fakat o an içimde dinlemediğim o ses yeniden harekete geçti. Beni etkisi altına aldığını ve kandırdığını söylemişti. Ona engel olamıyordum. Konuşuyordu, konuşuyordu, bir türlü susmuyordu. O konuştukça soğukkanlılığımı kaybediyordum. Hiç susmayacakmış gibiydi. Deliriyor muydum? Neler oluyordu tanrı aşkına!? Sanırım başından beri bu yolda yalnız yürüdüğümden dolayı algılarım körelmişti. Kimseye güvenemiyordum ben Niou-kun. Sana bile güvenemediğim zamanlar olmuştu. Sana dairemin anahtarlarını verdiğimde bile haftalarca kabus görmüştüm. Kocaman bir aptalım ben."
Etraf sessizliğe gömüldü. Yoshida gözlerini masanın üzerinde belirli bir noktaya dikmişti. Kendi kendine sayıklarcasına konuşmasına devam etti. Gözleri buğulanmıştı.
"İşte o an yapmamam gereken bir şey yaptım Niou-kun. Onu ittim. Aklına bile gelmeyecek şeyler söyledim. Halbuki o hiçbir şey yapmamıştı. Ben yapmıştım. Ona diğerleri gibi davranmıştım."

"Odamdan çıkıp gidişinin ardından iki hafta geçmişti. İki hafta boyunca ne odama geldiğini görmüştüm, ne de şirketin herhangi bir yerinde varlığına rastlamıştım. İki hafta sonra yağmurlu bir günde ölüm haberi gelmişti. Bir taksinin önüne atlamış ve vücudu paramparça olmuştu. Babasıyla tanıştım. Beni tanıyordu. Yaşlı gözlerle yaklaşıp elime camdan bir bileklik tutuşturdu. Ama ben istemedim. Ondan geriye kalan tek eşyaydı. Benim gibi adi bir herifin böyle değerli bir anıyı saklamaya hakkı yoktu. Onu unuttum. Tıpkı diğer insanlar gibi."
Niou'nun gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bir an şıkırdayan cam boncukların sesi kulaklarında yankılanmıştı.
"Fakat sonra... sonra delirmeye başladığımı düşündüm. Eve geldiğimde adamın elime tutuşturduğu o bileklik sehpamın üzerinde duruyordu. Bana inanmayacaksın biliyorum. Ama bunlar hayal gücümün ürünü değildi. Bilekliğe dokundum. Gerçekti! Soğuk boncukları parmaklarımın arasında hissedebiliyordum. Cansız bir cisim nasıl olmuştu da o yaşlı ihtiyarın parmaklarından kurtulup beni eve kadar takip etmişti? Onu pencereden fırlattım. Ama ertesi gün yine aynı yerdeydi. Sehpanın üzerinde."
Niou artık gördüklerine şaşırmıyordu fakat titreyen ellerine de engel olamıyordu. Bileklik tam Yoshida'nın söylediği yerdeydi. Sehpanın üzerinde. Önceden burada olmadığına emindi. Olsaydı ilk fark edeceği şey o olurdu.
"Sonra sesler duymaya başladım. Korna sesleri. Fren yapan lastik sesleri. Dışarıda hiçbir araç yokken hem de. Kendimi içkiye vermek istedim. Bayılana kadar içki içersem belki geçer diye düşündüm. Ama yapamadım. İçki içmeyi bilmezdim ki ben!" Duraksadı ve etrafına bakındı yine. "Sonra onu gördüm. Ame-chan'ı. Yırtık pırtık kanlı kıyafetlerini, titrek ellerini, etrafı kızarmış gözlerini, küçük dudaklarını. Korkup kaçtım. Ama geri döndüğümde onun hayalini görmeye devam ettim. Gerçekten hayal miydi, yoksa gerçek miydi? Bana yaklaşıp vücuduma dokunana kadar bunu anlayamamıştım. Hayır, delirmiyordum. Beni istiyordu. Beni almaya gelmişti." Yoshida gözlerini yumdu ve derin bir soluk aldı. Niou etrafına bakmış fakat kimseyi görememişti.
"Ve şimdi, ona gidiyorum. Beni almasına izin vereceğim. Belki o zaman gerçeği ona da söyleyebilirim."
Genç adam kafasını sağa sola salladı. Yoshida gözlerini karşıda bir noktaya dikmiş ve uzun uzun bakmıştı. Sanki orada, tam da Niou'nun oturduğu yerin arkasında onu izleyen birileri vardı. Ayağa kalktı ve televizyon siyah beyaz binlerce küçük çizgiyle doldu. Aynı anda Niou da fırlamış ve arkasına bakmıştı.
Hiçbir şey yoktu. Asılı bir aynadan başka.
Yaklaştı ve aynanın karşısında dikildi. Onu göreceğini ummuştu. Ame-chan'ı. Tıpkı Yoshida'nın söylediği gibi yüzünü dahi hatırlayamadığı kızı.
Fakat aynada kendi yansımasından başka bir şey yoktu. Korkuyla bakan gözlerini ve yeni yeni çıkmaya başlayan sakallarını inceledi. Ancak aniden arkada bir şeyin hareket ettiğini gördü. Bir çift koyu renk ayakkabı, tanıdık, kemikli eller, kısa saçlar...
"Yoshida-san!"
Kafasını çevirip arkasına baktı.Kimse yoktu. Yeniden aynaya döndü. Yoshida yavaş adımlarla banyoya girdi. Kan damlaları da arkasından onu ele verircesine iz bırakmışlardı. Ve hemen sonrasında ortalığı inleten tiz bir çığlık. Ağlamaklı bir bayanın umutsuzluk dolu çığlığı.
Arkasını döndü ve koşarak banyoya girdi. Kan damlalarının izlediği rota kırmızıya bürünmüş bir küvette son buluyordu. Küvetin içinde Yoshida, kolları paramparça halde yatıyordu.
Beyninden vurulmuşa dönmüştü Niou. Bacakları kendiliğinden hareket ederken bunca zamandır aptalca bir görüntü kaydıyla nasıl da vaktini harcadığını düşünüp kendine küfretmişti. Başı omzunun üzerine düşmüş adamın küçük bedenini küvetin içinden çıkarırken kulaklarında yine aynı sesi duydu. Acı içinde ağlıyor ve onu kurtarması için yalvarıyordu garip bir aksanla.
Belki de geç değildi. Belki de başarabilirdi.

Bir erkeğin bedenini kucağına alıp nasıl taşıdığını, nasıl sokağa çıkıp yardım istediğini ve hastahaneye nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Takım elbisesi kurumuş kan lekeleriyle doluydu fakat umurunda değildi. Ellerini birbirine kavuşturmuş hayat ışığının yeniden parlamasını beklerken ondan ve evde yaşadıklarından başka hiçbir şey düşünemiyordu. Yoshida'nın gerçekten ne kadar büyük bir aptal olduğunu düşünüyordu. Ame-chan'ın acı dolu çığlıklarını, ona yalvaran sesini düşünüyordu. En başında ikisi de birbirine zarar vermek istememişti. İkisinin de tek isteği birlikte olmaktı. Ama yanlış anlayan taraf hep Yoshida-san olmuştu.
Yoshida-san gerçekten kocaman bir aptaldı.

"Ben... kocaman bir aptalım." dedi kendi kendine Yoshida yazdığı hikayenin son cümlesine bakarken. Her zamanki gibi kanepesine kurulmuştu, kahve kokusu etrafında dans ediyordu.
"Niou-kun beni böyle bulmuş olsaydı onun için gerçekten kötü hissederdim." Kanepede doğruldu ve dağınık el yazısıyla dolu sayfaya baştan aşağıya göz gezdirdi.
"Ame-chan için de tabii. Her neyse."
Kağıtları parçaladı ve sehpanın üzerine bıraktı. Ardından kahvesini yudumlamaya devam etti. Odanın derinliklerinde bir yerde hala Satie'nin imgeleri dolaşıyordu.

(Son)

2015/03/24

Görünmez Duvar (Kısa Hikaye / Bölüm 1)


Gözleri durmaksızın gri duvarın üzerinde asılı duran metal, yuvarlak saatin içinde yavaşça dönen saniyeyle dans ediyordu. Biraz daha hızlı olamaz mıydı şu ince çubuk? Sanki takip ettikçe daha da yavaşlıyordu. Gözlerini kaçırdı. Bugünün bir an önce bitmesini istiyordu, evet. Bu saçma toplantıdan da, insanların asık suratlarından da sıkılmıştı. Ayrıca asistanlığını yaptığı yazar da iki gündür ortalıklarda yoktu. Neredeydi bu serseri adam sahi? Serseri diyordu ama bu adama daha önce kimseye duymadığı kadar büyük bir saygı ve sevgi duyuyordu. Aralarında yalnızca birkaç yaş vardı ama o farklıydı. Neydi onu bu kadar farklı kılan? Neydi ikisi arasına dağları sokan? 
Arkasına topladığı uzun saçları vardı ilk tanıştıklarında. Küçücük gözleri ve gölgelerin ardına sakladığı sevimli bir gülümsemesi vardı. Kimseye karşı en ufak bir samimiyet göstermezdi. Sakladığı gülümsemesini ortaya çıkarabilmek için günlerce, hatta haftalarca uğraşmanız gerekirdi. Onlarca ülke gezmemişti, altı dil bilmiyordu. Ancak bilinçaltının etrafını sarmalayan dikenli sarmaşıkları yakmıştı. Ülkeleri gezmesine gerek yoktu, uzun süslü cümleler kullanmasına da. Anlattığı her şeyde, yazdığı her hikayede kendisini görürdünüz, içinde yaşadığı uçsuz bucaksız ilginç dünyaya adım atardınız. Sizinle her konuşmasında o dünyaya bir adım daha çekilirdiniz. Fakat sonra birden sizi kapı dışarı eder ve yeniden oraya girebilmek için peşinden defalarca koşardınız. Niou ondan çok şey öğreneceğini düşünüyordu. Fakat hala onu anlayabilmek, dünyasına açılan kapıları açabilmek için peşinden koşuyordu.
Geçen hafta elinde soluk kahve bir güneş şemsiyesiyle her zaman buluşup birlikte yürüdükleri otobüs durağına geldiğinde, asistanı Niou ensesinde sallanan ve gözlerini hafifçe örten ince telli siyah saçları görünce gözlerine inanamamıştı. Saçlarına yazdıklarından bile daha çok değer veren bir adam nasıl olmuştu da bir seferde onları bu kadar kısa kestirebilmişti. Ne kadar diretirse diretsin tam bir cevap alamamıştı ondan. 
"Kestirdim işte." demişti. "Arada sırada ufak değişiklikler yapmak insanın hayatına renk katar."
İyi de neden çok sevdiği saçlarıydı? Değişiklik yapmak için bir çok şey seçilebilirdi. Ev eşyaları değişebilirdi, kıyafetler değişebilirdi, her zaman dinlenen radyo değişebilirdi. Tıpkı gölgelerin içinde parıldayan gülümsemesi gibi kelimelerin ardına binlerce duygu, binlerce hayat saklayan bu adamın, sorusuna böylesine basit bir cevap vermesi ona hiç mi hiç inandırıcı gelmemişti. Ya da belki de gerçekten bir nedeni yoktu. 
Kimi zaman kurduğu imgelerle insanı uyutan, kimi zaman art arda getirdiği o kelimelerle insanı tokatlayıp kendine getiren, bazen içinde yaşadığı hayata sıkı sıkı bağlı, bazense fazlaca umursamaz biriydi Yoshida-san.

Her zaman buluştukları durağa doğru kör adımlarla ilerlerken saat akşam üzeri altıya gelmekteydi. Hava hafifçe kararmış, soluk mavi gökyüzünde ne idüğü belirsiz siyah kanatlar uçuşmaya başlamıştı. Yanından geçen arabaların motorları sanki kulaklarının içinde çalışıyordu. Yorulmuştu, bitmişti. Ama telefonunu elinden bir türlü bırakamıyordu. Beşer dakika arayla aradığı hiçbir çağrısına cevap verilmemişti. Karşı telefon durmadan meşgul çalıyordu. İster istemez aklı bin bir türlü kötü düşünceyle doluyordu. Belki de yalnızca uzun zamandır görüşmediği bir arkadaşıyla uzun uzadıya muhabbet ediyordu. Öyleyse neden şirkete gelmemişti? Hasta mıydı? Hasta olsaydı mutlaka telefonda mızmızlanır ve asistanını kölesi gibi kullanmaya başlardı. Kendi kendine güldü Niou. Dört senedir asistanlığını yapmaktaydı ve bu süre içerisinde imrenerek baktığı adamın türlü hallerini görmüştü. Ona hayranlığı da bu yüzdendi ya. Hiçbir zaman içindeki bu renkli dünyayı kolay kolay etrafındakilere göstermemişti.

Telefon meşgul çalmaya devam ediyordu. Yanlışlıkla açık bırakmış olmalıydı. Bazen bir şeyler yazmak istediğinde rahatsız edilmemek için bütün telefonları kapatır ve kendini eve kilitler, günlerce çıkmazdı. Elbette! Yazacak bir şeyler bulmuş olmalıydı! Bu düşünce az da olsa genç adamın yüreğine su serpmişti. Ama yine de gidip kontrol edecekti. 
Tam o sırada önünde korna çalan taksinin içindeki sürücüyle göz göze gelip irkildi ve elindeki telefonu düşürdü. Aracın içindeki adam gülüyordu, korna çalmayı kesmiş, arabanın penceresinden acıyan gözlerle üç parçaya ayrılmış telefonunu toplamaya çalışan Niou'ya bakıyordu.
"Gidecek bir yerin var gibi görünüyor."
Niou eğildiği yerden kalktı ve çatık kaşlarla adama baktı.
"Nereden bildiniz?"
Adam çenesindeki kirli sakalı karıştırıp yine güldü ve aracın kapısını açıp onu içeriye buyurdu. Garip birine benziyordu, şimdiye kadar hiç böyle bir taksici görmemişti. Aynasının üzerinde camdan renkli boncukları olan bir bileklik asılıydı, akşam ışıklarının arasında çiçek gibi açıyordu. Gideceği adresi söylerken gözleri ister istemez ona takılmıştı. Adam yine garip bir şekilde gülüp onun bir ay önce ölen kızına ait olduğunu söylemişti.
"Hayat hiçbirimize adil davranmadı genç efendi, hem de hiç birimize. Tanrılara en azından kızıma güzel bir gelecek bahşetmesi için yalvarmıştım. Ama aldığım cevap neydi biliyor musun? İşte o sallanan bileklik. Kızımdan geriye kalan sadece oydu."
Niou iç geçirip gözlerini bileklikten çevirip iki yanında akan bulanık görüntülere çevirdi. Hava iyice kararmıştı. Ağaçların arasından soğuk rüzgarlar kıvrılıp yarı aralık pencereden içeriye giriyordu. Çok geçmeden araç durdu ve garip taksici ücretini aldıktan sonra karanlığın içinde kaybolup gitti. Camdan bilekliğin yolda ilerlerken çıkardığı şıkırtıyı hala duyar gibiydi. İç geçirip apartmandan içeriye girdi ve kendisine verilen yedek anahtarı kullanıp Yoshida'nın dairesine adım attı.

Kahve kokusu. İçeriye girer girmez burnuna ilişen kahve kokusu bütün evi sarmış gibiydi. Uzaktan bir yerden huzur verici bir klasik müzik parçası çalmaktaydı. Bach? Chopin? Hayır, art arda dizilmiş anormal derecede birbiriyle uyumlu bu notalar ancak Satie'ye ait olabilirdi. 
"Yoshida-san?"
Cılız sesi dairede kaybolup gitti. Normalde hep bu cılız sese karşılık veren tatlı, yumuşak bir ses olurdu. İçini saran tedirginlik hissiyle birkaç adım daha atıp ayakkabılarını çıkardı ve önünde uzanan koridorda ilerledi. O kadar huzursuz ve tedirgindi ki çantasını ve paltosunu girişe koymayı unutmuştu. Elinde deri çantası ve siyah paltosuyla ilerlerken içinden bir ses "Belki de uyuyakaldı." diyordu. "Belki de hasta olduğunu sana söyleyemeyecek kadar hastaydı." Düşünceler beynini yiyordu. Ona kötü bir şey olmuş olması düşüncesine dayanamıyordu. Kendisine yol gösteren bu mükemmel ışığın sönmüş olmasına inanmak istemiyordu. Ama belki de abartıyordu. İnsan beyni tereddüte düştüğü en ufak anda kötü düşünceleri bilinçaltına sermekte ustaydı. Evet! Derin bir soluk alıp salona açılan kapıyı yavaşça araladı ve etrafa göz gezdirdi. Arkası dönük, koyu hardal rengi uzun bir kanepe, karşısında küçük, eski bir televizyon. Açık televizyon bir denizaltı belgeselini göstermekteydi fakat sesi kısıktı. Onun yerine içerisini Satie'nin güzel besteleri doldurmaktaydı. Tepedeki sarı ışık kanepenin rengini daha da açık gösteriyordu. 
"Affedersiniz..."
Kapıyı açıp içeriye girdi ve etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu. Televizyon ve kanepe arasında kalan sehpanın üzerinde yarısı içilmiş, dumanı üzerinde tüten bir kahve ve yanında bir CD ile bir kağıt vardı. Kağıdın üzerinde CD'yi gösteren bir ok ve Yoshida'nın el yazısı.
"Beni izle."

>>Bölüm 2
Tasarım: Zuri