Olsa olsa bu iş bir profesyonelin elinden çıkabilir. Bir çılgının elinden. Ve bu çılgın tek bir kişi değil. Gölgelerde saklanıyorlar...
Pencereye çarpan ufak damlacıkların sesiyle kafasını çevirip dışarıya baktı. Ay kara bulutların arasında kaybolmuştu, sokakları aydınlatan tek tük sarı lambalar vardı. Issızdı, kimsesiz. Çıt çıkmıyordu. Ama duvarların içinde olduğu sürece güvendeydi. Aydınlık odası, büyük hoparlörlerden gelen müzik, masanın üzerindeki hazır ramenden süzülen ince dumanlar ve yan komşudan gelen bağrışmalar kendisini güvende hissettiriyordu. Şimdi yemeğini yiyecek, biraz sosyal medyada gezinecek (bir gazeteci olarak bunu yapmak göreviydi), ve kahverengi rahat kanepesine kurulup bir film izlerken uyuyakalacaktı. Ses sistemini daha yeni almış ve henüz deneme fırsatı olmamıştı. Sadece müzik dinlemişti ve hiç de fena görünmüyordu.
İç geçirip önündeki rameni eline aldı. Yerken rahatsız olmaması için uzun kabarık saçlarını geriye toplamıştı. Normalde hep çalışırken toplardı saçlarını. Sevgilisi böyleyken daha seksi göründüğünü söylemişti. Babası omuzlarından aşağıya dökülen siyah saçlarını görseydi "Karıya benzemişsin." derdi. Ama o artık bu dünyada değildi. Onunla kavga etmeyi bile özlemişti. O her zaman oğlunun kendisi gibi bir polis olmasını istemişti. Küçükken kendisine hep oyuncak tabancalar alır, polis kostümleri giydirerek gurur duyduğu mesleğine özendirmeye çalışırdı. Ama Kazuya hep polisliğin en adi mesleklerden biri olduğunu düşünmüştü. Polislik kötü bir meslek değildir aslında, onu kötü yapan insanlardır demişti babası. Hakkını vererek yapmalısın mesleğini, severek yapmalısın. Belindeki silaha güvenerek bir işe kalkışırsan zamanla o silahın köpeği olmaya başlarsın.
Bu yüzden Kazuya Sugiura da severek yapacağı bir meslek seçmek istemişti, gazeteci olmuştu.
Müzik değişti. Kazuya'nın en sevdiği grubun, en sevdiği şarkılarından biri çalıyordu. Ramene gömüldü. Sabah kahvaltısından beri ağzına tek lokma koymamıştı.
"There's no time left for you.
No time left for you."
Pencereye çarpan ufak damlacıkların sesiyle kafasını çevirip dışarıya baktı. Ay kara bulutların arasında kaybolmuştu, sokakları aydınlatan tek tük sarı lambalar vardı. Issızdı, kimsesiz. Çıt çıkmıyordu. Ama duvarların içinde olduğu sürece güvendeydi. Aydınlık odası, büyük hoparlörlerden gelen müzik, masanın üzerindeki hazır ramenden süzülen ince dumanlar ve yan komşudan gelen bağrışmalar kendisini güvende hissettiriyordu. Şimdi yemeğini yiyecek, biraz sosyal medyada gezinecek (bir gazeteci olarak bunu yapmak göreviydi), ve kahverengi rahat kanepesine kurulup bir film izlerken uyuyakalacaktı. Ses sistemini daha yeni almış ve henüz deneme fırsatı olmamıştı. Sadece müzik dinlemişti ve hiç de fena görünmüyordu.
İç geçirip önündeki rameni eline aldı. Yerken rahatsız olmaması için uzun kabarık saçlarını geriye toplamıştı. Normalde hep çalışırken toplardı saçlarını. Sevgilisi böyleyken daha seksi göründüğünü söylemişti. Babası omuzlarından aşağıya dökülen siyah saçlarını görseydi "Karıya benzemişsin." derdi. Ama o artık bu dünyada değildi. Onunla kavga etmeyi bile özlemişti. O her zaman oğlunun kendisi gibi bir polis olmasını istemişti. Küçükken kendisine hep oyuncak tabancalar alır, polis kostümleri giydirerek gurur duyduğu mesleğine özendirmeye çalışırdı. Ama Kazuya hep polisliğin en adi mesleklerden biri olduğunu düşünmüştü. Polislik kötü bir meslek değildir aslında, onu kötü yapan insanlardır demişti babası. Hakkını vererek yapmalısın mesleğini, severek yapmalısın. Belindeki silaha güvenerek bir işe kalkışırsan zamanla o silahın köpeği olmaya başlarsın.
Bu yüzden Kazuya Sugiura da severek yapacağı bir meslek seçmek istemişti, gazeteci olmuştu.
Müzik değişti. Kazuya'nın en sevdiği grubun, en sevdiği şarkılarından biri çalıyordu. Ramene gömüldü. Sabah kahvaltısından beri ağzına tek lokma koymamıştı.
No time left for you."
Evin içinden gelen bir gıcırtıyla irkilip ağzındaki rameni birden yuttu. Sıcak olduğu için boğazı kavrulmuştu. Suratını buruşturup boğazını yokladı ve kanepenin ardından içeriye baktı, karanlık odalara. Nereden gelmişti o gıcırtı? Belki de eşyaların her zamanki garipliğiydi. Bazen ısı değişiminden dolayı gıcırdamaya başlarlardı ya? Muhtemelen öyle bir şey olmalıydı. Yoksa neden durup dururken- hayır kesinlikle öyleydi.
Yine de içi rahat etmiyordu.
Ayağa kalktı ve kendini koruyabileceği bir şeyler aradı gözleri. Mutfağa gidip kesici bir şeyler kapmalıydı belki. Ama ya o (biri varsa eğer) mutfaktaysa? O zaman tuzağına balıklama atlamış olmaz mıydı? Ya da diğer odalardan birinde onu izliyor olmalıydı. Hareketlerini izleyecek ve arkadan saldıracaktı belki de. "Kimse var mı?" diye seslenmek istemiş ama bunun yapılabilecek en saçma şey olacağını düşündüğünden vazgeçti. Hangi katil "Ben varım!" diye çıkagelirdi ki?
Televizyonun yanında, hoparlörlerden birinin üzerinde uzunca bir mumluk vardı. Üzerindeki mumu tutması için ortasında sivri bir çivi vardı. Üzerindeki mumu çıkarınca işlev görürdü. Bunu yapmak belki son düşündüğü şeyle aynı olacaktı ama mesafe kısaydı. Kurtulma şansı yüksekti.
Yavaşça ilerledi ve uzanıp mumluğu eline aldı. Üzerinde silindir, sarı bir mum vardı. Mumu çıkarıp mumluğun ortasındaki sivri çiviye baktı. Ya kimse yoksa? Tüm bu düşünceler odaların hepsini gezip kimsenin olmadığını anladığında kendisini aptal gibi hissettirecekti. Kim sıradan bir gazetecinin peşine düşmek isterdi ki?
Elbette biliyordu. Son zamanlarda ne üzerinde çalıştığının farkındaydı, tehlikenin farkındaydı. Ama yine de görmezden geliyordu. Böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermiyordu.
Boğazındaki yanma giderek artıyordu. Birden yuttuğu için kendi kendine küfretmişti. Bir gazeteci korkusuz olmalıydı, başına gelecekleri bilmeli ve ona göre davranmalıydı ama Kazuya düşününce bile yaprak gibi titremeye başlıyordu.
Sakin ol. Sadece bir gıcırtıydı. Gidip kontrol edeceğim ve kimseyi bulamayacağım.
Gıcırt, gıcırt, gıcırt.
Yanan boğazı titrek bir şekilde yutkundu. Sanki beş şişe viskiyi art arda içmişti. Boğazını hissetmiyordu. Az önceki neydi öyle? Sanki düşüncelerine karşılık veriyormuş gibi bir kere değil, iki kere değil tam üç kez gıcırdamıştı. Bu, evde tek başına olmadığını kanıtlar nitelikeydi.
Kafasını çevirip bakmak istedi ama yapamadı. Boğazı gibi vücudunun geri kalanı da uyuşmuş ve işlemez hale gelmişti. Korku muydu bu? Hayır tamamen farklı bir şeydi. Neler oluyordu? Yediği ramende farklı bir şey mi vardı? Eve giren her kimse yiyeceği şeyin içine bir şeyler mi katmıştı? Bu yüzden mi hareket edemiyordu?
"Bunun için kimyasallara gerek yok Bay Sugiura. O kimyasallar benim ruhuma işlemiş diyebilirim."
Tam arkasındaydı. Nefesi kabarık saçlarının örttüğü ensesini kaşındırıyordu. Eli boynunda ve omzunda geziniyordu. Gözleri buğulanmaya başlamıştı. Ama göz kapaklarını indiremeyecek kadar uyuşmuştu. Elindeki mumluk gürültüyle yere düştü ve ayakucuna yuvarlandı. Başka bir el onu yerden almış ve incelemişti.
"Ses sisteminiz güzelmiş. Küçük göğüslü sevgilinle zevkle film izleyebilirdiniz. Sonra belki Kazuya-kun'un yaramazlığı tutardı. O küçük göğüslerle nasıl eğleniyorsan artık." Küçük bir kıkırdama. Ardından vücudunun iki kol tarafından sarıldığını hissetti. İç organları çalışmayı kesmiş gibiydi. Sanki ramen sadece boğazından değil tüm organlarından geçmişti.
"Ne kadar güzel ve mutlu bir hayatın var Kazuya. Sevgilin var, güzel bir işin, güzel bir evin. Belki çok fazla yoruluyorsun ama buna değiyor değil mi?" Eli adamın topladığı at kuyruğuna dolandı ve saçlarını okşadı. "Bu eve son kez bak. Bir daha göremeyeceksin. Senin için zaman yok artık. Senin için zaman yok."
Yanılmıştı. Çılgın tek bir kişiydi. Kendisi hakkında çokça şey bilen ve nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde kendisini yakalayan o nazik sesli adam, yine anlaşılmaz bir şekilde kendisini uzun derin bir uykuya sürüklemişti. İşi bitmişti. Gözleri kendiliğinden kapanmadan önce son kez evine baktı. Ve sevgilisini düşündü. Bir daha onu göremeyecekti. Bir veda bile edememişti. Bu sonsuz uykudan asla ama asla uyanamayacaktı.
Öyle sanıyordu. Ta ki gözlerini bomboş gri bir odada açana kadar.
(Giriş Bölümü) (devam edecek)
Ooo olaylar olmaya başladı... *-*
YanıtlaSilShinji ve pisliklerisdf Adi herif =3=
Sil