2014/08/18

Çöplük #3

Olsa olsa bu iş bir profesyonelin elinden çıkabilir. Bir çılgının elinden. Ve bu çılgın tek bir kişi değil. Gölgelerde saklanıyorlar...

Pencereye çarpan ufak damlacıkların sesiyle kafasını çevirip dışarıya baktı. Ay kara bulutların arasında kaybolmuştu, sokakları aydınlatan tek tük sarı lambalar vardı. Issızdı, kimsesiz. Çıt çıkmıyordu. Ama duvarların içinde olduğu sürece güvendeydi. Aydınlık odası, büyük hoparlörlerden gelen müzik, masanın üzerindeki hazır ramenden süzülen ince dumanlar ve yan komşudan gelen bağrışmalar kendisini güvende hissettiriyordu. Şimdi yemeğini yiyecek, biraz sosyal medyada gezinecek (bir gazeteci olarak bunu yapmak göreviydi), ve kahverengi rahat kanepesine kurulup bir film izlerken uyuyakalacaktı. Ses sistemini daha yeni almış ve henüz deneme fırsatı olmamıştı. Sadece müzik dinlemişti ve hiç de fena görünmüyordu. 

İç geçirip önündeki rameni eline aldı. Yerken rahatsız olmaması için uzun kabarık saçlarını geriye toplamıştı. Normalde hep çalışırken toplardı saçlarını. Sevgilisi böyleyken daha seksi göründüğünü söylemişti. Babası omuzlarından aşağıya dökülen siyah saçlarını görseydi "Karıya benzemişsin." derdi. Ama o artık bu dünyada değildi. Onunla kavga etmeyi bile özlemişti. O her zaman oğlunun kendisi gibi bir polis olmasını istemişti. Küçükken kendisine hep oyuncak tabancalar alır, polis kostümleri giydirerek gurur duyduğu mesleğine özendirmeye çalışırdı. Ama Kazuya hep polisliğin en adi mesleklerden biri olduğunu düşünmüştü. Polislik kötü bir meslek değildir aslında, onu kötü yapan insanlardır demişti babası. Hakkını vererek yapmalısın mesleğini, severek yapmalısın. Belindeki silaha güvenerek bir işe kalkışırsan zamanla o silahın köpeği olmaya başlarsın.

Bu yüzden Kazuya Sugiura da severek yapacağı bir meslek seçmek istemişti, gazeteci olmuştu.

Müzik değişti. Kazuya'nın en sevdiği grubun, en sevdiği şarkılarından biri çalıyordu. Ramene gömüldü. Sabah kahvaltısından beri ağzına tek lokma koymamıştı.

"There's no time left for you.

No time left for you."


Evin içinden gelen bir gıcırtıyla irkilip ağzındaki rameni birden yuttu. Sıcak olduğu için boğazı kavrulmuştu. Suratını buruşturup boğazını yokladı ve kanepenin ardından içeriye baktı, karanlık odalara. Nereden gelmişti o gıcırtı? Belki de eşyaların her zamanki garipliğiydi. Bazen ısı değişiminden dolayı gıcırdamaya başlarlardı ya? Muhtemelen öyle bir şey olmalıydı. Yoksa neden durup dururken- hayır kesinlikle öyleydi. 

Yine de içi rahat etmiyordu.

Ayağa kalktı ve kendini koruyabileceği bir şeyler aradı gözleri. Mutfağa gidip kesici bir şeyler kapmalıydı belki. Ama ya o (biri varsa eğer) mutfaktaysa? O zaman tuzağına balıklama atlamış olmaz mıydı? Ya da diğer odalardan birinde onu izliyor olmalıydı. Hareketlerini izleyecek ve arkadan saldıracaktı belki de. "Kimse var mı?" diye seslenmek istemiş ama bunun yapılabilecek en saçma şey olacağını düşündüğünden vazgeçti. Hangi katil "Ben varım!" diye çıkagelirdi ki? 

Televizyonun yanında, hoparlörlerden birinin üzerinde uzunca bir mumluk vardı. Üzerindeki mumu tutması için ortasında sivri bir çivi vardı. Üzerindeki mumu çıkarınca işlev görürdü. Bunu yapmak belki son düşündüğü şeyle aynı olacaktı ama mesafe kısaydı. Kurtulma şansı yüksekti. 

Yavaşça ilerledi ve uzanıp mumluğu eline aldı. Üzerinde silindir, sarı bir mum vardı. Mumu çıkarıp mumluğun ortasındaki sivri çiviye baktı. Ya kimse yoksa? Tüm bu düşünceler odaların hepsini gezip kimsenin olmadığını anladığında kendisini aptal gibi hissettirecekti. Kim sıradan bir gazetecinin peşine düşmek isterdi ki?

Elbette biliyordu. Son zamanlarda ne üzerinde çalıştığının farkındaydı, tehlikenin farkındaydı. Ama yine de görmezden geliyordu. Böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermiyordu.

Boğazındaki yanma giderek artıyordu. Birden yuttuğu için kendi kendine küfretmişti. Bir gazeteci korkusuz olmalıydı, başına gelecekleri bilmeli ve ona göre davranmalıydı ama Kazuya düşününce bile yaprak gibi titremeye başlıyordu.

Sakin ol. Sadece bir gıcırtıydı. Gidip kontrol edeceğim ve kimseyi bulamayacağım.

Gıcırt, gıcırt, gıcırt.

Yanan boğazı titrek bir şekilde yutkundu. Sanki beş şişe viskiyi art arda içmişti. Boğazını hissetmiyordu. Az önceki neydi öyle? Sanki düşüncelerine karşılık veriyormuş gibi bir kere değil, iki kere değil tam üç kez gıcırdamıştı. Bu, evde tek başına olmadığını kanıtlar nitelikeydi.

Kafasını çevirip bakmak istedi ama yapamadı. Boğazı gibi vücudunun geri kalanı da uyuşmuş ve işlemez hale gelmişti. Korku muydu bu? Hayır tamamen farklı bir şeydi. Neler oluyordu? Yediği ramende farklı bir şey mi vardı? Eve giren her kimse yiyeceği şeyin içine bir şeyler mi katmıştı? Bu yüzden mi hareket edemiyordu?

"Bunun için kimyasallara gerek yok Bay Sugiura. O kimyasallar benim ruhuma işlemiş diyebilirim."

Tam arkasındaydı. Nefesi kabarık saçlarının örttüğü ensesini kaşındırıyordu. Eli boynunda ve omzunda geziniyordu. Gözleri buğulanmaya başlamıştı. Ama göz kapaklarını indiremeyecek kadar uyuşmuştu. Elindeki mumluk gürültüyle yere düştü ve ayakucuna yuvarlandı. Başka bir el onu yerden almış ve incelemişti.

"Ses sisteminiz güzelmiş. Küçük göğüslü sevgilinle zevkle film izleyebilirdiniz. Sonra belki Kazuya-kun'un yaramazlığı tutardı. O küçük göğüslerle nasıl eğleniyorsan artık." Küçük bir kıkırdama. Ardından vücudunun iki kol tarafından sarıldığını hissetti. İç organları çalışmayı kesmiş gibiydi. Sanki ramen sadece boğazından değil tüm organlarından geçmişti.

"Ne kadar güzel ve mutlu bir hayatın var Kazuya. Sevgilin var, güzel bir işin, güzel bir evin. Belki çok fazla yoruluyorsun ama buna değiyor değil mi?" Eli adamın topladığı at kuyruğuna dolandı ve saçlarını okşadı. "Bu eve son kez bak. Bir daha göremeyeceksin. Senin için zaman yok artık. Senin için zaman yok."

Yanılmıştı. Çılgın tek bir kişiydi. Kendisi hakkında çokça şey bilen ve nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde kendisini yakalayan o nazik sesli adam, yine anlaşılmaz bir şekilde kendisini uzun derin bir uykuya sürüklemişti. İşi bitmişti. Gözleri kendiliğinden kapanmadan önce son kez evine baktı. Ve sevgilisini düşündü. Bir daha onu göremeyecekti. Bir veda bile edememişti. Bu sonsuz uykudan asla ama asla uyanamayacaktı.

Öyle sanıyordu. Ta ki gözlerini bomboş gri bir odada açana kadar.

(Giriş Bölümü)                                                                                                                    (devam edecek)

2014/08/15

Çöplük #2

"Qui? Ah, Hiro! Bir gün daha aramasaydın on saat uçak yolculuğunu göze alıp yanına gelecektim mon amour."
Telefonun karşısından gelen ince ve aksanlı ses sarı saçları omuzlarına dökülen, dudakları bir balığınki gibi küçük ve şişkin, Hirokazu'dan boyca ve yaşça daha büyük alımlı bir kadına aitti. Bütün gün ofisinde oturur, aynanın karşısına geçip şişkin dudaklarını kırmızıya boyar ve onun aramasını beklerdi. Hirokazu bile onun gibi güzel ve çekici bir bayanın kendisi gibi cüce boylu, kurbağa suratlı bir herifte ne bulduğunu anlayamıyordu. Onunla iş için tanışmışlardı ama nasıl olduysa işler mucizevi bir şekilde ilerlemişti.
"Seni öyle özledim ki."
"Şey, ben de Simone. Ama ilk önce şu malzemelerle ilgili mevzuyu halletmemiz lazım." Gözlüklerini düzeltip boşta kalan elini önündeki bilgisayarın klavyesinde gezdirdi. "Fransa'dan Japonya'ya kaç günde geleceği hakkında bir fikrin var mı? Biliyorsun bu seferki oldukça ağır bir paket olacak."
Karşı taraftan da klavyenin tuşlarına basıldığına dair sesler geliyordu. Hirokazu iç geçirip beklemeye devam etti. Simone'un dudaklarından bulduğuna dair bir inilti sızdı.
"Pekala, en geç dört gün içinde eksiksiz bir şekilde gelmiş olacaklar. Saf ve üzerinde oynanmamış malzemeler. Üretime geçmediklerinden eminim."
"Teşekkürler." Hirokazu'nun -aynada kendini hiç öyle görmese de- sevimli, yuvarlak yüzü neşeyle aydınlandı. Simone da sanki onu görmüş gibi dudaklarını birbirine bastırıp gülümsemişti. "Hey, Hiro..."
"Hmm?"
Kadın doğru kelimeleri seçmekte zorlanıyordu. "Biliyorsun... Son görüşmemizde... Tokyo'ya iş görüşmesi için gelmiştim."
"Evet. Üzerinde kırmızı, mini bir elbise vardı. Çiçek kokan saçlarını topuz yapmıştın. Dudakların beni öp diyormuşçasına kıvrılıyorlardı."
"Ah, kes şunu!"
Hirokazu gülüp önündeki bilgisayar monitörünü kapattı ve etrafta kimsenin olup olmadığına baktı. Odada kendinden başka kimsenin olmadığına emin olduktan sonra sandalyesine kurulup muhabbete devam etti.
"Küçük bir tanıştırılmanın ardından birbirimize hemen alışmıştık. Sanki kaderin kırmızı ipleri bizi birbirimize çekmişti. Kırmızı, senin en sevdiğin renkti değil mi?"
Kadın telefonun diğer ucunda çekingen bir şekilde gülüyordu.
"Sonra seni boş toplantı odasına çekmiştim."
"Hafta sonu iş için gelsem, yine bana o toplantı odasını gezdirir misin?"
Hirokazu'nun yanakları alev alev yanmaya başlamıştı. Yutkunup onun görmeyeceğini bildiği halde kafasını salladı. Bu alışkanlığı gibi kontrol edemediği bir sürü şey oluyordu vücudunda. Konuşurken sürekli yutkunması gibi, Simone'un her iç geçirişinde pantolonunun içindekinin harekete geçmesi gibi.
Hayır diyordu içinden. Bu bir tuzak. Bana oyun oynuyor. Küçük sürtük.
"İki günlük tatilden bir şey anlamayacağını bildiğimden buraya geleceğini hiç sanmıyorum Simone."
"Sen bilirsin. Pekala iş görüşmesi bitmiştir. Görüşmek üzere Bay Tachimura."
Telefon yüzüne kapandı. Hirokazu bir süre telefona ölü balık gibi bakmıştı. Yanlış bir şey mi söylemişti? Nazik olmaya çalışmıştı ama belki de sadece tuzağına düşüp köpekler gibi gelmesini istemeliydi.

"Demek istediğini alamadın seni zavallı kuçu."
Hirokazu olduğu yerde irkilip ayağa kalktı. Küçük bölmelere ayrılmış çalışma ofisinde kimsenin olmadığından emindi. Konuşurken de kapının açıldığına dair herhangi bir ses duymamıştı. Nasıl? Ah sahi ya.
"Shinji!! Beni böyle korkutmamalısın. Bir anlaşmamız var."
"Anlaşmada şirket çalışanlarından bir fıstıkla aşna fişna yazmıyor Hirokazu."
Hassiktir.
Boğazını temizleyip karşı saldırıya geçti.
"Telefon dinlemek hoş bir davranış değil." Ardından gözlerini dikip ona baktı. Shinji yüzüne düşen siyah perçemleriyle oynuyor, ağzını açmış kocaman sırıtıyordu. Tehlikeli bir gülümseme olduğunu bildiği halde karşı çıkmaya devam etmesi onun zararına çıkacaktı. Ama anlaşma süresince kendisine bir şey yapacağını sanmıyordu.
Shinji bölmenin etrafından dolaşıp yanına geldi ve kolunu boynuna dolayıp iyice yaklaştı. Dudakları kulağına değiyordu şimdi. Mırıldandı.
"Haddini bil Hirokazu. Şu siktiriboktan deneylerine devam etmene kim olanak sağlıyor söylesene? Mali desteği kim sağlıyor da o sarışın şıllıktan malzemelerini alabiliyorsun? O malzemelere hem senin hem de benim ihtiyacım olabilir. Ama aynı deneyleri yapabilecek milyon kişi tanıyorum. Seni hemen burada öldürüp o milyon kişiden birini yerine alabilirim. Kim olacak acaba o şanslı?"
Dudaklarını indirip adamın boynuna değdirdi. Yanağına değen eli gibi dudakları da buz gibiydi. Hirokazu'nun görüş alanı bulanıklaşıyordu. Sanki başına buzlu bir poşet geçirmişlerdi. Kulakları çınlamaya başlamıştı. Boynunda gezinen ıslak şeyi hissedip irkildi ve kendine gelmeye çalıştı. Ama bir türlü başaramıyordu. Yavaşça çöküp sandalyesine geri oturdu. Shinji'nin sesi kulaklarında yankı yapıyordu.
"Ne güzel bir hayatın var Shinji. Parlak bir aile, piyano eğitimi, annen güzel bir müzik öğretmeni, babansa başarılı bir doktor. Okuldaki bir numaralı öğrenci, kızlar arasında çok popüler değil ama umrunda da değil. İçindeki bu sapıklıkla kimi ağına düşürsen yeterdi sana. İlk önce annenin tuttuğu sevimli müzik öğretmeni. Sonra sana ders vermeye gelen üniversite mezunu güzel bayan. İlerilere gidelim... Ah hatta hizmetçi kız! Hayatın pembe dizi gibi Hirokazu. Ve şimdi de Simone ha? Sarı saçlar, dolgun dudaklar, sütun gibi bacaklar. Seni seviyor ama aletinin biraz küçük oluşundan şikayetçi. Sana söyleyemiyor. İç çamaşırı da en sevdiği renk gibi kırmızı."
"K-kes şunu..." Hirokazu gözlerinin kenarlarından dökülen yaşlarla iyice göremez hale gelmişti. Uyuşmuş ellerini hareket ettirebilse biriken yaşları silebilecekti belki. Direndikçe canı yanıyordu.
"Güzel bir hayat Hirokazu. Ayağını denk al. Yoksa ilk kurbanım sen olacaksın."
Boynunda gezinen eli onu serbest bırakır bırakmaz vücudu kendine gelmeye başladı. Parmaklarını hareket ettirebiliyordu hatta kırpamadığı gözlerini bile. Bu yüzden gözleri dolmuş olmalıydı. Ellerini gözlerine bastırıp ovaladı.
"Bu arada, gazetelerde bizim üzerimize atılan bir takım olaylar dönüyor. Araştır ve kim olduğunu bul. Yoluma her kim çıkarsa çıksın, benimle aynı olsa bile sağ çıkamayacak. Kardeşim de olsa, yakınım da olsa."
"Pekala." Hirokazu derin bir nefes alıp ciğerlerini esnetti. İç organları da dahil olmak üzere tüm bedeni uyuşukluktan kurtulmuş ve sızlamaya başlamıştı. Shinji yine gülümsedi.
"Seni seviyorum Hirokazu. Sen benim en iyi dostumsun."
Odadan çıkmak üzereydi ki ekledi.
"Malzemeler gelene kadar beni şu söylediğin okula yazdır. Gitmek için sabırsızlanıyorum. Gözüme takılan biri var. Mutlu... Çok mutlu..."

(Giriş Bölümü)                                                                                                                    (Çöplük #3)

2014/08/06

Çöplük #1

Saat sabaha karşı beş buçuktu. İçerisi zifiri karanlıktı.. Dağılmış onlarca kıyafet, dergiler, parfüm şişeleri odayı kaplamıştı. Annesi artık şikayet etmeyi bırakmıştı. Son dediği şey "Bir gün o odada seni dahi bulamayacak hale geleceğiz Chiyo-chan"dı.
Tabii Chiyo'nun umrunda mıydı?
Elbette hayır. Ona göre odanın şimdiki hali en düzenli haliydi. Yetişkinler anlamazdı böyle şeyleri!

Yine her zamanki gibi alarmdan önce kalkıp yüzünü yıkadı ve okul formalarını giyip mutfağa indi. Baba mutfak masasında gazetesini okuyor, anne kahvaltıyı hazırlıyor, evin küçük efendisi de televizyonun karşısına geçmiş gözlerinde büyük bir heyecan pırıltısıyla animesini izliyordu. Chiyo'nun bu tür şeylere pek ilgisi olmazdı. O daha çok kitap okumayı severdi çünkü kitap her zaman filminden daha iyi olurdu. Chiyo böyle dediğinde kardeşi Ryohei ona gülmüş ve "Animelerin kitabı yoktur aptal. İşte bu yüzden her şeyi kaçırıyorsun." demişti. Ama onun dedikleri de pek umrunda olmamıştı.
Küçük bir velet işte.

"Günaydın!"
Herkes başlarını kaldırıp Chiyo'nun gülümseyen tatlı yüzüne baktı ve karşılık verdi. Kimura ailesinin gülümseyen çiçeği Chiyo, oturup hızla kahvaltısını etmeye koyuldu. Ryohei de sürünerek sandalyeye oturdu ve yanaklarını şişirdi önündeki meyve suyuna bakarak.
"Kaneki-kun ölürse bir daha anime izlemeyeceğim."
Chiyo muzip bir şekilde gülümsedi kardeşinin şişik yanaklarına bakarken.
"Çok iddialı konuşuyorsun ufaklık."
"İzleseydin beni anlardın! Bu gerçekten korkunç bir şey. İnsanları yiyerek yaşayan insan görünümlü yaratıklar var. Ve Kaneki ne bir insan ne de onlardan biri."
Kızın ince kaşları hafifçe kalktı.
"Ne biçim şeyler izliyorsun sen bu yaşta?"
Ryohei sanki ablasını hiç duymamış gibi bardağı ağzına götürmüş ve üfleyip köpükler çıkarmaya başlamıştı. Annesi kaşlarını çatıp bağırdı ona.
"Seni küçük maymun! Kocaman adam oldun hala içeceğinle mi oynuyorsun!? Bırak onu hemen."
Her zamanki gibi güzel bir sabah, her zamanki gibi tatlı kavgalar. Chiyo bunu seviyordu.

"Ben çıkıyorum!!"
Parlak siyah ayakkabılar asfaltın üzerinde hafif tak tak sesleriyle ilerlemeye başladı. Güneş tepede tüm gücüyle parlıyordu. Ne güzel bir sabah, ne güzel bir gün. Chiyo gülümseyen parlak gözlerini havaya dikip iç geçirdi. Liseye başladığından beri hayatı yaşanılır hale gelmişti. O kadar mutluydu ki. İki senedir harika arkadaşlar edinmiş ve okulu sevmeye başlamıştı. Artık bir "yetişkin" olmaya başladığını hissediyordu.
"Chiiyo-chan!"
Kafasını çevirip sesin geldiği yöne baktı. Koşar adımlarla o harika arkadaşlarından biri, Kaneda Miya geliyordu. Kısacık saçları ensesinde kıvrılan bu iri gözlü zayıf kız Chiyo'nun prenses görüntüsünün aksine çokça erkeksi kaçıyordu. Chiyo'nun beline kadar inen upuzun düz saçları, diğerlerine oranla daha çekik ve şekilli gözleri vardı. Gülümsediği zaman da tıpkı Ryohei'nin izlediği animelerdeki karakteler gibi çizgi halini alırdı o gözler.
"Günaydın Miya!"
"Günaydın. Haberleri dinlerken okula geç kalıyordum az daha. Ailemin öğütleri de cabası."
"Ehh..." Chiyo pek ilgilenmemiş gibiydi. Haberler iç karartıcıydı. Haberler kötüydü. Kendisini kötü hissettirecek şeyler duymak ve görmekten hoşlanmıyordu. Bu yüzden uzun süredir doğru düzgün haberlere bakmış değildi.
"Duydun mu? Son zamanlarda bu civarda kaçırılma olayları sık sık olmaya başlamış. Kim olduğunu bulamıyorlarmış. Ve kaçırılanlar da uzun süre geri dönmüyormuş."
"Öyle mi?" İç geçirdi. İçindeki ses ona dinlememesini ve dün okuduğu kitap için heyecanlanmasını söylüyordu. Neden kitaplarda yaşayamıyordu ki? Oradaki dünya çok daha eğlenceliydi.
"Birkaç gün önce birinin cesedini ele geçirmişler. Kadın neredeyse dört aydır kayıpmış. Çöp konteynerının kenarında yatarken bulmuşlar. Ne darbe izi bulabilmişler ne de tecavüze uğradığına dair bir işaret. Zehirlenmemiş de. Nasıl öldürülmüş olabileceğini araştırıyorlarmış. Bu korkunç bir şey. Yani-"
"Miya-chan!!"
Chiyo'nun aniden yükselen sesiyle Miya irkildi ve kızın ciddi yüz ifadesine şaşkınlıkla baktı. Chiyo yeniden gülümsemişti.
"Bu tür konular beni rahatsız ediyor. O yüzden duymak istemiyorum. Başka bir şey konuşalım mı?"
Miya hala şok geçirmiş gibi kıza bakıyordu. Sürekli gülümseyen bir kızın birden ciddileşip sesini yükseltmesi onu şaşırtmıştı. Kötü şeylerden bahsetmenin hoşuna gitmediğini biliyordu ama bu kadar rahatsız olduğunu bilmiyordu. İki sene geçmesine rağmen onu hala tanıyamamıştı belli ki.
"P-pekala. Bugun keltoş Matsuda-sensei'nin dersi var..."

(Giriş Bölümü)                                                                                                                    (Çöplük #2)


2014/08/04

Çöplük (Kısa Hikaye)

Böyle bir şeyi düşünüp yazabilmek için gerçekten çok kıvrandım. Son zamanlarda nedenini bilmediğim bir şekilde boş hissediyorum. Ama sonunda kendime gelebildim sanırım. Umarım bunu bitirebilirim. Şimdiye kadar yazdığım çoğu özgün hikayem yarım kaldı. Umarım okurken siz de beğenirsiniz. Şimdilik küçük bir kısmı.

İyi okumalar~

-------

-Tokyo, Toshima'da 4 Ağustos 2014 gece 23.30 sularında arkadaşının evinden kendi evine gitmekte olan 21 yaşındaki Konda Yukina'dan bir haber alınamadı. Aramalar polis tarafından sürdürülüyor.

The Japan Times

-"Son zamanlarda fazlaca gerçekleşen kaçırılma olaylarından bazen ben bile ürküyorum. Yakuza olabileceğini söylüyorlar ama... şuna bir baksanıza. Adını vermeyeceğim kişi yaklaşık bir ay sonra çöpün kenarında bulunuyor. Darbe izi yok, biri tarafından öldürülmemiş, zehirlenmemiş, tecavüze uğramamış. Parmak izi yok. Ama gözlerindeki korku insanın içini donduruyor. Daha fazla detaya girmek istemiyorum. Olsa olsa bu iş bir profesyonelin elinden çıkabilir. Bir çılgının elinden. Ve bu çılgın tek bir kişi değil. Gölgelerde saklanıyorlar..."

Sugiura Kazuya


Ahşap rengi jaluzileri çekili içi loş odada tek başına oturuyordu. Dudakları arasına sıkıştırdığı sigaranın dumanı kirli bir örümcek ağı gibi odayı kaplamıştı. Nefes almakta zorluk çekiyor fakat aldırmıyordu. Ne de olsa yaşaması için ihtiyaç duyduğu şey birazdan gelecekti. Kolları arasında, sıcacık, capcanlı. Düşüncesi bile içten içe onu deliye çeviriyordu. İçine akan heyecanla birlikte gözlerini kapıya çevirdi. Gerilip gülümsemeye dönüşen dudaklarının arasından sivri dişleri görünüyordu. Sigarasını alıp önünde duran masanın üzerindeki küllükte söndürdü. O da jaluziler, sandalyeler, dolaplar ve içerideki bir çok eşya gibi ahşaptandı. Bu onu iyi hissettiriyordu. Yumuşak, tüylü ya da ipekten olması gerekmezdi bir şeyin rahatlatıcı olması için. Kokusu, görünüşü, yüzeyindeki şekiller, pürüzlü olup olmayışı seni tatmin ediyorsa o şey rahattı. Böyle düşünüyordu Shinji. Ona göre bu dünyada bütün kavramlar insandan insana değişirdi. Doğru denen bir şey yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. Doğru olan bir şey varsa da onun bildikleri ve hissettikleriydi.

Kapı tıklatılarak açıldı. Üzerinde beyaz laboratuvar önlüğü olan sevimli yüzlü bir adam kafasını hafifçe eğip ona bakmıştı. Kapı açılır açılmaz içerideki sigara dumanı dans ederek dışarı çıkmıştı.
"Shinji. Getirdiler."
"İlk önce odaya koyup kendine getirsinler. Konuşmak istiyorum. Hem biliyorsun baygınken tadı çıkmıyor."
İki adam alçak sesle gülüştüler. Laboratuvar önlüklü adam kapıyı kapatmadan önce Shinji yeniden seslendi.
"Hirokazu. Gözlerinin bağlı olduğundan emin olun."
Adam son kez dönüp ona baktı ve kendinden emin bir şekilde gülümsedi.
"Tabii."



Tasarım: Zuri