2014/11/22

Kanada'dan Efsaneler ve Hayalet Hikayeleri

Herkese iyi geceler!
Öylece gezinirken American Folklore adlı güzel bir siteye rastladım. Çok kapsamlı ve meraklısı için oldukça güzel bir site. Bütün kıtada anlatılan hayalet hikayeleri, efsaneler, çocuk hikayeleri, tekerlemeler ve daha bir çok şey var.

Ve tabi Kanada meraklısı olan ben oranın hikayelerine dalmamış olsaydım bende bir gariplik olduğunu düşünmeye başlardım. Okumaya başlamadan önce gerçekten ürkütücü şeylerle karşılaşacağımı sanmıştım. Ama ürkmekten çok hüzünlendim ve kimisinde dehşete düştüm! ... Ve sonuncusunda gülmedim diyemem. Hayalet hikayesi mi yoksa komedi senaryosu mu belli değil. (ಡ ੴಡ)
Daha hepsine göz atmadım gerçi. Okuduğum kadarıyla en sevdiğim ilk beşini paylaşmak istiyorum.

Ah bekleyin! Ondan önce eğer isterseniz Korkunç Japon Efsaneleriyle ilgili yazımı okuyabilirsiniz. İyi okumalar!


01. "Kim o?" Saskatchewan'dan Bir Hayalet Hikayesi - Orijinal İsim: Who Calls?

Günlük işlerini bitirdiği sırada ışıklar kayboluyordu. Nişanlısına gitmeden önce bitirilmesi gereken her şey tamamlanmıştı. Aşkını göreceği için çok heyecanlıydı, bu yüzden büyüyen karanlığa aldırmadan yola koyuldu. Gece boyu kanosuyla ilerleyebilir ve şafak sökerken sevdiğiyle birlikte olabilirdi.

Gece nehir açık gökyüzünün altında kendi kendine şarkı söylüyordu. Gözlerini ağaçların arasında gezdirdi, sevdiği birkaç yıldızı gökyüzünde buldu ve kafası sevdiğinin düşünceleriyle dolu bir şekilde minik bir şarkı mırıldandı. Sonra aniden birinin kendi ismini söylediğini duydu. Birden kendine geldi ve kürek çekmeyi bırakıp sesin sahibini ararken kanonun yavaşlamasını sağladı.

"Kim o?" dedi ana dilinde, ve sonra aynı şekilde Fransızca tekrar etti: "Qu'Appelle?"

Kelimeleri etrafını saran vadide defalarca yankılanıp ona geri döndü. Sesi yok oldu ve dikkatle dinlemeye devam etti. Fakat cevap yoktu.

Bir esinti saçlarına ve yüzüne dokunarak etrafında dolaştı. Bir anlığına bu dokunuş ona sevgilisini, biriciğini hatırlattı ve gözlerini kapatıp güzel havayı derince içine çekti. Sanki onun sesini duyduğunu ve ismini fısıldadığını sanmıştı. Esinti yok olup gitti ve o da küreklerine asılıp sevdiğinin evine doğru ilerlemeye devam etti.

Şafak söktüğünde oraya varmıştı ve sevdiğinin babasıyla karşılaştı. Yaşlı savaşçının yüzüne tek bir bakışla neler olduğunu anlamıştı. Sevdiği, biriciği gitmişti. O buraya geldiği sırada, geceleyin ölmüştü. Son kelimeleri son nefesini vermeden önce onun ismini iki kez söylemek olmuştu.

Dizlerinin üzerine çöküp küçük bir çocuk gibi ağladı. Etrafında hafif bir rüzgar dolaştı, saçlarında ve yanaklarında, tıpkı bir dokunuş gibi. Zihninde gece ona seslenen sesini duydu yine. Sonunda ayağa kalktı, yaşlı savaşçının kolundan tuttu ve eve gitmesine yardım etti.

Bugün bile Qu'Appelle nehrinden geçen yolcular hala o Kri savaşçısının, sevdiğinin ruhuna ulaşmaya çalışırkenki ağlamaklı sesini duyarlar: "Qu'Appelle? Kim o?"



02. "Çığlık Atan Tünel" Ontario'dan Bir Hayalet Hikayesi - Orijinal İsim: Screaming Tunnel

Niagara Falls'da Queen Elizabeth yolunun batısında, eski tren yolunun tam altında bir tünel vardır. Orada yaşayanlar arasında "Çığlık Atan Tünel" olarak bilinir. Yol tünel boyunca ilerler ve sonunda tepede boş bir araziye çıkar. Fakat o arazi eskiden boş değilmiş.

Zamanında o tepedeki boş alanda bir çiftlik evi varmış ve içinde bir aile mutlu mesut yaşarmış. Sonra bir gece evi alevler sarmış. Küçük kızları evin içinde sıkışıp kalmış ve kurtulmanın tek yolu alevden duvarların arasından geçmekmiş. Cesur küçük kız kollarını yüzüne siper yapıp alev alan kapının içinden koşarak geçmiş. Uzun saçları ve geceliği alevlerin arasından geçip evden çıkarken hafifçe tutuşmuş.

Gece rüzgarı tutuşan kıyafetleriyle buluşunca birden alevlenmiş ve kızı azgın bir cehennemin içine hapsetmiş. Can acısıyla çığlık atıp, alev alan evden uzağa, tepeden aşağıya koşmaya başlamış. Sendeleyerek tren yolunun altındaki tünele girmiş çığlıkları gecenin içinde defalarca yankılanırken. Tünelin içindeki yola kendini atıp ateşi bastırabilmek için deli gibi yuvarlanmış. Fakat küçük kızın çabaları etkisiz ve boşunaymış. Yolun altındaki o tünelde alevlere yenik düşüp ölmüş.

O geceden sonra tünelin içinde kibrit çakmaya yeltenen kimse yanan kızın acı dolu çığlıklarını duyar ve soğuk, tüyler ürpertici bir rüzgar kibriti söndürür.



03. "Ciğerim Nerede" Ontario'dan Bir Hayalet Hikayesi - Orijinal İsim: Where's My Liver

"Doğruca dükkana git ve etrafta oyalanma." dedi sert bir şekilde annesi parayı ona uzatırken. "Babanın patronu bu akşam yemeğe gelecek ve onun en sevdiği soğanlı ve ciğerli yemekten yapacağız. Üzerinde iyi bir izlenim bırakmamız lazım, bu yüzden ellerindeki en iyi ciğeri al."

"Tamam anne." Tommy somurttu. Annesi eve kötü karne getirdiğinden beri peşindeydi. Garajdan bisikletini aldı ve caddeden aşağıya doğru sürmeye başladı. Sonra arkadaşı Chad'ı gördü. "Haydi Tommy!" diye çağırdı Chad. "Bizimkiler şu parkta beyzbol oynuyor ve bir atıcıya ihtiyacımız var."

O an yapması gereken o şey aklından uçup gitti Tommy'nin. Oğlanlar birlikte parka doğru ilerlediler. Tommy karşı tarafa sayı vermeyecek şekilde takımına başarı getirmişti fakat maç bittiğinde ortalık çoktan karanlığa bürünmüştü. Sonra Tommy birden yapması gereken o şeyi hatırladı. "Ciğer!" dedi zorlukla nefes alarak. "Hemen dükkana gitmeliyim!"
Ama o vakit bütün bakkal dükkanları kapanmıştı. "Annem beni öldürecek." Nefesi kesilmişti. Önce kötü karne, şimdi de bu! Hayatı boyunca cezalandırılabilirdi.

Mezarlığın yanından geçerken aklına bir fikir geldi. Berbat bir fikirdi ama eve ciğersiz geldiğinde onu bekleyecek olan korkunç kaderden kurtarabilirdi onu. Birkaç gün önce büyük amcası ölmüştü ve bu mezarlığa gömülmüştü. Onunkini alsak ne zararı olurdu ki? Amcasının artık ona ihtiyacı yoktu zaten.

Tommy hışımla eve geldi ve olabildiğince sessiz hareket edip babasının küreğini aldı. Mezarlığa geri döndü ve büyük amcasının mezarını kazmaya başladı.

O gece annesi ciğeri soğanlarla birlikte pişirdi ve patron yemeğe bayıldı, harika vakit geçirdi. Geç saatlere kadar da oturdu.

Tommy o gece ucuz atlatmanın verdiği rahatlıkla yatağına uzandı. Kafasını yastığa koyar koymaz uyuyakaldı fakat kısa sürede yeniden uyandı. Bir ses duyduğuna emindi.

"Ciğerim nerede?" Ürkütücü boğuk bir ses merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Tommy'nin korkudan nefesi kesilmişti, adımlar yavaş yavaş merdivenlerin sonuna yaklaşırken kendini yatak çarşaflarının altına sakladı.

Pat, pat pat. Ayak sesleri Tommy'nin odasının kapısına gelene dek yaklaştı. "Ciğerimi kim aldı?" diye sordu o korkunç ses yine.

"Git buradan, git buradan." diye fısıldadı Tommy defalarca. Ses yeniden sorusunu tekrarlarken vücudu korku içinde titremeye başladı: "Ciğerim nerede? Ciğerimi kim aldı?"

Katıksız korku onu birden cesaretlendirdi. Tommy üzerindeki örtüleri fırlattı ve hemen yanında duran büyük amcasının buruşmuş beyaz suratıyla yüz yüze geldi. "Ciğerini yedik!" diye bağırdı.

"Senin yaptığını biliyorum, Tommy." dedi büyük amcasının çürümüş cesedi kemikli elleriyle küçük çocuğun titreyen bedenini kavrarken. Tommy çığlık attı.

Ertesi sabah Tommy'nin annesi ve babası onu yatağında ölü halde buldular. Ciğeri bedeninden parçalanıp alınmıştı fakat otopsi sonuçları çocuğun ciğeri sökülmeden önce korkudan öldüğünü söylüyordu.



04. "Hayalet Tren" Alberta'dan Bir Hayalet Hikayesi - Orijinal İsim: Ghost Train

O zamanlar Alberta'da Kanada Pasifik Demiryolu üzerinde çalışan bir tren ateşçisiydim. Çok zorlu bir gün geçirmiş ve hayli iyi para almıştım. Gençtim o zamanlar, tatlı eşim elimize geçenle aldığımız küçük kulübemizi idare ediyordu. Hayat güzeldi ve her şeyin bu şekilde devam edeceğini düşünmüştüm.

Sonra Mayıs 1908'de o uğursuz gün geldi çattı. O ay geceleri çalışıyordum ve makinist de dostum Twohey'di. Lokomotifin önünde aniden kör edici bir ışık belirdiğinde Medicine Hat'den yaklaşık üç kilometre kadar uzaktaydık. Başka bir tren bizimle çarpışmak üzereydi. Twohey atlamam için bana bağırdı ama buna zaman yoktu. Işık tam dibimizdeydi. Öleceğimizi düşünmüştüm. Ama sonra tren aniden sağa saptı ve hemen yanımızdan ilerlemeye başladı. Düdüğü çalıyor ve yolcuları pencerelerden bize bakıyorlardı. Ama bu tepede yalnızca bir demir yolu vardı ve o da üzerinde bulunduğumuz yoldu. Gıcırdayıp gürüldeyen Hayalet Tren'e dikkatle baktım ve tekerleklerinin yere değmediğini fark ettim!

Bu olay karşısında ikimiz de çok korkmuştuk. Twohey bir süreliğine makinistliği bırakıp şantiyede çalışmaya karar vermişti ama ben hala gece vardiyasında ateşçi olarak çalışmaya devam ediyor ve bir hayalet trenin severek yaptığım işi elimden çekip almasını istemiyordum.

Birkaç hafta sonra tiz düdüğün sakin geceyi yaran sesini yeniden duyduğumuzda Nicholson adlı bir makinist için ateşçilik yapıyordum. Yine Medicine Hat'den uzakta aynı tek yolda ilerliyorduk. Ve Hayalet Tren'in ışığı birdenbire ortaya çıkıp gözlerimizi kör etmişti. Nicholson korkuyla bağırdı ve ben de kalbimin duracağını sandım. Ama önceki gibi tam son saniyede Hayalet Tren sağa sapıp yanımızda ilerlemeye başladı. Trenin olmayan raylarda ilerlediğini, yolcuların pencereden meraklı gözlerle Nicholson'a ve bana baktığını gördüm.

Bu kadarı yeterliydi. O olaydan sonra raylara dönmeyi düşünmedim. Mayıs ayının geri kalanında ve Haziranın birkaç haftası şantiye işi yaptım. Sonra canıma tak etti, dişlerimi gıcırdattım ve ateşçi görevime kaldığım yerden devam ettim.

Haziranın başlarında bir akşam kaza haberi geldiğinde, şantiyede bir treni ateşliyordum. Bir Spokane Flyer'ı ve bir Lethbridge yolcu treni Medicine Hat'den uzakta tek yol üzerinde, tam da Hayalet Tren'in belirdiği yerde kafa kafaya çarpışmıştı. Lethbridge lokomotifi raydan çıkmış ve eşya vagonu paramparça olmuştu. Kazada ikisi makinist yedi kişi ölmüştü. Birisi dostum Twohey'di, diğeri de Nicholson.



05. "Hemen Aşağıya Geliyorum!" Alberta'dan Bir Hayalet Hikayesi - Orijinal İsim: I'm Coming Down Now!

Calgary'de kimsenin yaklaşmadığı süslü püslü bir semtin ortasında terk edilmiş bir ev vardı. Ve cidden kimse gitmezdi oraya! Ve şimdi de arkadaşım Albert o hayaletli evi satmak için görevlendirilmişti. Bir anlaşma yapabilmek için elinden geleni yapmıştı. Ama insanlar çok ucuz bile olsa teklif yapmaya korkuyordu. Sonunda Albert Birleşik Devletler'den şık giyimli bir herifle, daha gelip görmeden ev hakkında anlaşmaya vardı. Özenle çalıştı tabi, ama sonra adam evi gelip görmek istediğini söyledi.

Albert arkadaşı öğle vakti almak üzere kararlaştırmıştı ama adamın treni gecikmişti ve hayaletli evi gezmek için geldiklerinde akşam yemeği vaktiydi çoktan. Karanlık ve yağmurlu bir akşamdı ama hayaletlerin dinlenebileceği kadar erken bir vakitti. En azından Albert öyle ummuştu.

Albert ön kapının kilidini açtı ve kapı uğursuzca gıcırdadı. Gergin bir şekilde yutkundu fakat şehirli adam sadece gülmüş ve havaya uygun bir şeyler söylemişti. Albert biraz rahatladı ve fiyatı biraz daha düşürse mi diye düşündü. İki adam elbette ki tozlu örümcek ağlarıyla süslü uzun bir fuayeye girdiler.

"Ürkünç!" dedi şehirli adam heyecanla. Fuayenin tam ortasına sıçrayıp sesli bir şekilde bağırdı: "Gelin bana sizi iğrenç ruhlar!"

Tam o anda bütün ev tüyler ürpertici, uğursuz bir kıkırdamayla inledi. Sonra aynı uğursuz ses ortalığı inletti: "Hemen aşağıya geliyorum!" Şehirli adam zıpladı ve yüzünde kocaman bir sırıtışla Albert'a baktı. "Mükemmel özel efektler!! Bunu nasıl yaptın!?"

"Yapmadım." dedi Albert, dişleri birbirine çarpıyordu. Ön kapıya çarpana dek geriledi ve kapının kulbuna yapıştı.

"Hemen aşağıya geliyorum!" diyerek evi inletti o ses bir kez daha, şehirlinin sırıtışı biraz silinmişti. Albert'ın korkmuş haline baktı ve merdivenlerin tepesine bakan bakışlarını takip etti. Merdivenlerin üstünde aniden bir ışık patlaması oldu ve yanan gözleri, birbirine girmiş saçları ve sipsivri dişleri olan yeşil bir kafa belirdi. Kafa ağzını açtı ve çığlık attı, sinirleri geren gürültülü, korkunç bir sesti bu.

Kafa merdivenlerden aşağıya iki adama doğru yuvarlanırken Albert'ın kayışı koptu ve bir saniye sonra yolu çoktan yarılamıştı, çığlıkları geride bıraktığı evdeki korkunç yaratığın sesine rakip çıkacak derecede yüksekti.

Neredeyse eve varmak üzereyken yanında bir arkadaşı olduğunu hatırladı. Şehirli adam da yanında koşuyordu.

"Bayım, artık evi istediğimi sanmıyorum." Nefes nefese kalmıştı.

"Neden ama?" dedi tanıdık ürkütücü bir ses. Albert ve şehirli adam aşağıya baktılar ve alev alev gözleri olan yeşil kafanın onlarla aynı hızla sokaktan aşağıya ilerlediğini gördüler.

Şehirli adam ölüm perisini bile utandıracak derecede tiz bir çığlık kopardı ve kimsenin yetişemeyeceği bir hızda koşarak ortadan kayboldu.

"Fiyatını kafaya takıyor olmalı." dedi yüzen kafa Albert'a sohbet edercesine. Emlakçı adam şehirliden de yüksek sesle çığlık atarak öyle bir uzaklaştı ki neredeyse ayaklarından alevler çıkacaktı.

Ertesi gün Albert işinden ayrıldı ve Vancouver'a yerleşip hayatının geri kalanını balıkçılık yaparak geçirdi. Hayaletli ev ise zamanla parçalandı ve sonunda kendiliğinden yıkıldı.

2014/09/18

Kedimle Tanışın

Bu saatte bunu kendime neden yapıyorum bilmiyorum. Muhtemelen bir ya da iki sene sonra bu gönderiyi tekrar okuyup salya sümük ağlayacağım ama yine de yazıyorum işte. Son zamanlarda yine onun için çok fazla endişeleniyorum ve beynimde dört dönen düşüncelerden gözüme uyku girmiyor.

Evcil hayvan edinmek hiç de mama reklamlarında ya da Amerikan filmlerinde göründüğü gibi kolay bir şey değil. Sadece mamayı önüne koymakla olmuyor. Bir evcil hayvan edinmek hem büyük bir sorumluluk hem de devamlı gözlem ve bakım gerektiren bir şey. Eğer bir kedi ya da köpek istiyorsanız uzun uzun düşünün ve ondan sonra karar verin. O da tıpkı sizin bizim gibi bir canlı, bir eşya değil.


Onu alalı neredeyse bir sene oluyor. Bir sene önce gecenin bir yarısı eve getirildiğinde küçücüktü, bir kolu kırıktı ve ağzı burnu küçük çakıllarla doluydu. Nefes alamıyordu, gözlerini açamıyordu ama müthiş bir iştahı vardı. Muhtemelen bulunduğu yerde annesi tarafından terk edilmişti ve belki de bir araba yahut bisiklet çarpmıştı. Burnundaki çakıllar temizlendi, beslendi ve ardından veterinere götürüldü. Meğerse yavrucak gençlik hastalığı geçirmiş. Bundan dolayı sinir sistemi zarar görmüş ve bu yüzden dengesini sağlayamaz hale gelmiş. Sağ tarafında da görme ve işitme kaybı varmış. Fazla yaşamaz dedi veteriner.


Ama o koca boğazlı, tek gözüyle her gün iştahla yemeğini yedi ve giderek daha da iyileşti. Her gün kolundaki alçıyı çıkarıp kendini veterinerlere taşıttı. Çok nazlıydı, çok inatçıydı. Mama yerine sayısız kere ellerimizi ısırdı. Ama kolu iyileşip kaslarını geliştirebildiğinde diğer sağlıklı kedilerden hiçbir farkı kalmadı. Belki biraz aksaktı, sürekli daireler çizerek yürüyordu ama...




Böyle de çirkin bir şeydi işte. Mama yerken eline yüzüne bulaştırır, su içeyim derken bütün suratını suya sokar, sonra da suya kızıp bütün patilerini içine gömer...
Bu yaramaz kızın adı ne olsun diye düşündük uzun bir süre. Sonra Dudu olsun dedik. O günden sonra Dudu ne zaman ismi söylenilse kafasını çevirip karşılık verdi. Hastalıktan dolayı kasları tutmadığı için uzun bir süre onu kucakta besledim. Kuru mama tanelerini tek tek yedirirken yine parmaklarımı feda ettim. Ama karnı doyduktan sonra bana sevgisini gösterebilmek için hiçbir zaman kucağımdan inmedi. Kucağa epeyce alıştı. Hala da kucaktan inmiyor koca dana.


Zamanla kendi başına yemek yemesini öğrendi, tuvaletinin yerini öğrendi. Girmesi serbest olan yerleri öğrendi, girmemesi gereken yerleri de. Ama o yerlere girmek için her zaman aşırı bir çaba sarf etti. O iyileştikçe iştahı giderek daha da açıldı. Kuru mama yetmiyordu. Kokusu güzel gelen her şeye saldırmaya başlamıştı. 

Giderek büyüdü. Derken...

Bir gün Dudu'nun aslında kız olmadığını anladık.


"Burnu pembe erkek kedi mi olurmuş!" dedik ama oluyormuş demek ki. Küçükken hiçbir şey belli olmayınca kız zannedivermişiz. İş işten geçti tabii ismi Dudu olarak kaldı. Artık onu "Duduu kızım!?" değil de "Duduu oğlum!?" diye çağırıyorduk. 



Dudu büyüdükçe giderek yaramazlaştı. Oğlanı çöp kutularından çıkardık, kirli çamaşır sepetlerinde uyurken bulduk, telefon kabloları tarafından boğazlanmaktan kurtardık. Gözümüz her zaman üzerindeydi. Çünkü diğer kedilerden farklıydı. Bir şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu anlayamıyordu. Denge denen bir kavram yoktu. Bu yüzden çok kereler koşarken duvarlara tosladı, koltuklardan sırt üstü düştü, balkondan düştü. Çok şükür bir şey olmadı.




Dudu evdeki tek kedi değil. Onun dışında dört kedi daha yaşıyor. Ve hiçbiriyle anlaşamıyor. Diğerleri tarafından sürekli dışlanıyor. Dışarıda yaşayamayacak kadar zavallı olduğundan evdeki kavgaları ve anlaşmazlıkları önlemek için ona sürekli ayrı bir yerde bakılıyordu. (son zamanlarda biraz daha iyi)




Yukarıdaki fotoğrafta vücudunun sağ kısmının özürlü olduğunu bariz bir şekilde görebilirsiniz. Ama bu yaramazlığını hiçbir şekilde azaltmıyor. u_u Ranzaların üst taraflarına çıkıyor, oradan oraya atlıyor. Büyüyünce kediler daha ağır başlı olur normalde. Ama Dudu hiçbir zaman büyümeyecek bir çocuk gibi. Hatta hala bir bebek sayılır. Büyüyüp koca kafalı bir kedi olduğuna bakmayın. Büyüyen tek şey iştahı.





Her ne kadar iyileşmiş gibi görünse de sorunları bitmek bilmiyor. Bir gün yemek yemeyi kesti (Olağan dışı bir şey çünkü. Dudu ve iştahsızlık.) sadece yatıyor ve uyuyordu. Konuşmuyordu bile. Normalde Dudu'yla ortak bir selamlaşmamız vardır. Odaya girerim, ismini söylerim, kafasını kaldırıp bana karşılık verir ve patilerini sıkıp bırakmaya başlar. Ardından ayağa kalkar döne döne gelir ve bacaklarıma dolanır. Ama o gün sadece hareketsizce yatıyordu. Normalden çokça şiş ve sert bir karnı vardı. Aceleyle veterinere götürdüğümüzde böbreklerinde taş olduğunu söyledi. 

Onu da atlattı. Çok azimlidir benim oğlum.


Ama hastalıklarının devam edeceğini biliyorum. Belki de çok fazla yaşamayacak. Ama yine de onu hiçbir şekilde terk etmeyeceğim. Onsuz hayatımın ne kadar eksik olacağını düşünemiyorum bile. Eğer erkenden beni terk ederse uzun bir süre üzüntüsünü üzerimden atamayacağım eminim. Umarım seneler boyu yaşarsın da yaramazlıklarınla bana çektirmediğin kalmaz Dudu.


Evcil hayvan sahibi olmak gerçekten çok zor bir iş. Eğer onu bir eşya gibi görecekseniz hiçbir şekilde ne önceki sahibinden, ne de yaşadığı yerden koparın. Onu kendinizden farklı görmeyin. Eğer bir evcil hayvanınız varsa şimdi gidin ve ona sıkıca sarılın. Belki konuşamıyor ama emin olun o da sizi seviyor.


2014/08/18

Çöplük #3

Olsa olsa bu iş bir profesyonelin elinden çıkabilir. Bir çılgının elinden. Ve bu çılgın tek bir kişi değil. Gölgelerde saklanıyorlar...

Pencereye çarpan ufak damlacıkların sesiyle kafasını çevirip dışarıya baktı. Ay kara bulutların arasında kaybolmuştu, sokakları aydınlatan tek tük sarı lambalar vardı. Issızdı, kimsesiz. Çıt çıkmıyordu. Ama duvarların içinde olduğu sürece güvendeydi. Aydınlık odası, büyük hoparlörlerden gelen müzik, masanın üzerindeki hazır ramenden süzülen ince dumanlar ve yan komşudan gelen bağrışmalar kendisini güvende hissettiriyordu. Şimdi yemeğini yiyecek, biraz sosyal medyada gezinecek (bir gazeteci olarak bunu yapmak göreviydi), ve kahverengi rahat kanepesine kurulup bir film izlerken uyuyakalacaktı. Ses sistemini daha yeni almış ve henüz deneme fırsatı olmamıştı. Sadece müzik dinlemişti ve hiç de fena görünmüyordu. 

İç geçirip önündeki rameni eline aldı. Yerken rahatsız olmaması için uzun kabarık saçlarını geriye toplamıştı. Normalde hep çalışırken toplardı saçlarını. Sevgilisi böyleyken daha seksi göründüğünü söylemişti. Babası omuzlarından aşağıya dökülen siyah saçlarını görseydi "Karıya benzemişsin." derdi. Ama o artık bu dünyada değildi. Onunla kavga etmeyi bile özlemişti. O her zaman oğlunun kendisi gibi bir polis olmasını istemişti. Küçükken kendisine hep oyuncak tabancalar alır, polis kostümleri giydirerek gurur duyduğu mesleğine özendirmeye çalışırdı. Ama Kazuya hep polisliğin en adi mesleklerden biri olduğunu düşünmüştü. Polislik kötü bir meslek değildir aslında, onu kötü yapan insanlardır demişti babası. Hakkını vererek yapmalısın mesleğini, severek yapmalısın. Belindeki silaha güvenerek bir işe kalkışırsan zamanla o silahın köpeği olmaya başlarsın.

Bu yüzden Kazuya Sugiura da severek yapacağı bir meslek seçmek istemişti, gazeteci olmuştu.

Müzik değişti. Kazuya'nın en sevdiği grubun, en sevdiği şarkılarından biri çalıyordu. Ramene gömüldü. Sabah kahvaltısından beri ağzına tek lokma koymamıştı.

"There's no time left for you.

No time left for you."


Evin içinden gelen bir gıcırtıyla irkilip ağzındaki rameni birden yuttu. Sıcak olduğu için boğazı kavrulmuştu. Suratını buruşturup boğazını yokladı ve kanepenin ardından içeriye baktı, karanlık odalara. Nereden gelmişti o gıcırtı? Belki de eşyaların her zamanki garipliğiydi. Bazen ısı değişiminden dolayı gıcırdamaya başlarlardı ya? Muhtemelen öyle bir şey olmalıydı. Yoksa neden durup dururken- hayır kesinlikle öyleydi. 

Yine de içi rahat etmiyordu.

Ayağa kalktı ve kendini koruyabileceği bir şeyler aradı gözleri. Mutfağa gidip kesici bir şeyler kapmalıydı belki. Ama ya o (biri varsa eğer) mutfaktaysa? O zaman tuzağına balıklama atlamış olmaz mıydı? Ya da diğer odalardan birinde onu izliyor olmalıydı. Hareketlerini izleyecek ve arkadan saldıracaktı belki de. "Kimse var mı?" diye seslenmek istemiş ama bunun yapılabilecek en saçma şey olacağını düşündüğünden vazgeçti. Hangi katil "Ben varım!" diye çıkagelirdi ki? 

Televizyonun yanında, hoparlörlerden birinin üzerinde uzunca bir mumluk vardı. Üzerindeki mumu tutması için ortasında sivri bir çivi vardı. Üzerindeki mumu çıkarınca işlev görürdü. Bunu yapmak belki son düşündüğü şeyle aynı olacaktı ama mesafe kısaydı. Kurtulma şansı yüksekti. 

Yavaşça ilerledi ve uzanıp mumluğu eline aldı. Üzerinde silindir, sarı bir mum vardı. Mumu çıkarıp mumluğun ortasındaki sivri çiviye baktı. Ya kimse yoksa? Tüm bu düşünceler odaların hepsini gezip kimsenin olmadığını anladığında kendisini aptal gibi hissettirecekti. Kim sıradan bir gazetecinin peşine düşmek isterdi ki?

Elbette biliyordu. Son zamanlarda ne üzerinde çalıştığının farkındaydı, tehlikenin farkındaydı. Ama yine de görmezden geliyordu. Böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermiyordu.

Boğazındaki yanma giderek artıyordu. Birden yuttuğu için kendi kendine küfretmişti. Bir gazeteci korkusuz olmalıydı, başına gelecekleri bilmeli ve ona göre davranmalıydı ama Kazuya düşününce bile yaprak gibi titremeye başlıyordu.

Sakin ol. Sadece bir gıcırtıydı. Gidip kontrol edeceğim ve kimseyi bulamayacağım.

Gıcırt, gıcırt, gıcırt.

Yanan boğazı titrek bir şekilde yutkundu. Sanki beş şişe viskiyi art arda içmişti. Boğazını hissetmiyordu. Az önceki neydi öyle? Sanki düşüncelerine karşılık veriyormuş gibi bir kere değil, iki kere değil tam üç kez gıcırdamıştı. Bu, evde tek başına olmadığını kanıtlar nitelikeydi.

Kafasını çevirip bakmak istedi ama yapamadı. Boğazı gibi vücudunun geri kalanı da uyuşmuş ve işlemez hale gelmişti. Korku muydu bu? Hayır tamamen farklı bir şeydi. Neler oluyordu? Yediği ramende farklı bir şey mi vardı? Eve giren her kimse yiyeceği şeyin içine bir şeyler mi katmıştı? Bu yüzden mi hareket edemiyordu?

"Bunun için kimyasallara gerek yok Bay Sugiura. O kimyasallar benim ruhuma işlemiş diyebilirim."

Tam arkasındaydı. Nefesi kabarık saçlarının örttüğü ensesini kaşındırıyordu. Eli boynunda ve omzunda geziniyordu. Gözleri buğulanmaya başlamıştı. Ama göz kapaklarını indiremeyecek kadar uyuşmuştu. Elindeki mumluk gürültüyle yere düştü ve ayakucuna yuvarlandı. Başka bir el onu yerden almış ve incelemişti.

"Ses sisteminiz güzelmiş. Küçük göğüslü sevgilinle zevkle film izleyebilirdiniz. Sonra belki Kazuya-kun'un yaramazlığı tutardı. O küçük göğüslerle nasıl eğleniyorsan artık." Küçük bir kıkırdama. Ardından vücudunun iki kol tarafından sarıldığını hissetti. İç organları çalışmayı kesmiş gibiydi. Sanki ramen sadece boğazından değil tüm organlarından geçmişti.

"Ne kadar güzel ve mutlu bir hayatın var Kazuya. Sevgilin var, güzel bir işin, güzel bir evin. Belki çok fazla yoruluyorsun ama buna değiyor değil mi?" Eli adamın topladığı at kuyruğuna dolandı ve saçlarını okşadı. "Bu eve son kez bak. Bir daha göremeyeceksin. Senin için zaman yok artık. Senin için zaman yok."

Yanılmıştı. Çılgın tek bir kişiydi. Kendisi hakkında çokça şey bilen ve nasıl olduğunu anlayamadığı bir şekilde kendisini yakalayan o nazik sesli adam, yine anlaşılmaz bir şekilde kendisini uzun derin bir uykuya sürüklemişti. İşi bitmişti. Gözleri kendiliğinden kapanmadan önce son kez evine baktı. Ve sevgilisini düşündü. Bir daha onu göremeyecekti. Bir veda bile edememişti. Bu sonsuz uykudan asla ama asla uyanamayacaktı.

Öyle sanıyordu. Ta ki gözlerini bomboş gri bir odada açana kadar.

(Giriş Bölümü)                                                                                                                    (devam edecek)

2014/08/15

Çöplük #2

"Qui? Ah, Hiro! Bir gün daha aramasaydın on saat uçak yolculuğunu göze alıp yanına gelecektim mon amour."
Telefonun karşısından gelen ince ve aksanlı ses sarı saçları omuzlarına dökülen, dudakları bir balığınki gibi küçük ve şişkin, Hirokazu'dan boyca ve yaşça daha büyük alımlı bir kadına aitti. Bütün gün ofisinde oturur, aynanın karşısına geçip şişkin dudaklarını kırmızıya boyar ve onun aramasını beklerdi. Hirokazu bile onun gibi güzel ve çekici bir bayanın kendisi gibi cüce boylu, kurbağa suratlı bir herifte ne bulduğunu anlayamıyordu. Onunla iş için tanışmışlardı ama nasıl olduysa işler mucizevi bir şekilde ilerlemişti.
"Seni öyle özledim ki."
"Şey, ben de Simone. Ama ilk önce şu malzemelerle ilgili mevzuyu halletmemiz lazım." Gözlüklerini düzeltip boşta kalan elini önündeki bilgisayarın klavyesinde gezdirdi. "Fransa'dan Japonya'ya kaç günde geleceği hakkında bir fikrin var mı? Biliyorsun bu seferki oldukça ağır bir paket olacak."
Karşı taraftan da klavyenin tuşlarına basıldığına dair sesler geliyordu. Hirokazu iç geçirip beklemeye devam etti. Simone'un dudaklarından bulduğuna dair bir inilti sızdı.
"Pekala, en geç dört gün içinde eksiksiz bir şekilde gelmiş olacaklar. Saf ve üzerinde oynanmamış malzemeler. Üretime geçmediklerinden eminim."
"Teşekkürler." Hirokazu'nun -aynada kendini hiç öyle görmese de- sevimli, yuvarlak yüzü neşeyle aydınlandı. Simone da sanki onu görmüş gibi dudaklarını birbirine bastırıp gülümsemişti. "Hey, Hiro..."
"Hmm?"
Kadın doğru kelimeleri seçmekte zorlanıyordu. "Biliyorsun... Son görüşmemizde... Tokyo'ya iş görüşmesi için gelmiştim."
"Evet. Üzerinde kırmızı, mini bir elbise vardı. Çiçek kokan saçlarını topuz yapmıştın. Dudakların beni öp diyormuşçasına kıvrılıyorlardı."
"Ah, kes şunu!"
Hirokazu gülüp önündeki bilgisayar monitörünü kapattı ve etrafta kimsenin olup olmadığına baktı. Odada kendinden başka kimsenin olmadığına emin olduktan sonra sandalyesine kurulup muhabbete devam etti.
"Küçük bir tanıştırılmanın ardından birbirimize hemen alışmıştık. Sanki kaderin kırmızı ipleri bizi birbirimize çekmişti. Kırmızı, senin en sevdiğin renkti değil mi?"
Kadın telefonun diğer ucunda çekingen bir şekilde gülüyordu.
"Sonra seni boş toplantı odasına çekmiştim."
"Hafta sonu iş için gelsem, yine bana o toplantı odasını gezdirir misin?"
Hirokazu'nun yanakları alev alev yanmaya başlamıştı. Yutkunup onun görmeyeceğini bildiği halde kafasını salladı. Bu alışkanlığı gibi kontrol edemediği bir sürü şey oluyordu vücudunda. Konuşurken sürekli yutkunması gibi, Simone'un her iç geçirişinde pantolonunun içindekinin harekete geçmesi gibi.
Hayır diyordu içinden. Bu bir tuzak. Bana oyun oynuyor. Küçük sürtük.
"İki günlük tatilden bir şey anlamayacağını bildiğimden buraya geleceğini hiç sanmıyorum Simone."
"Sen bilirsin. Pekala iş görüşmesi bitmiştir. Görüşmek üzere Bay Tachimura."
Telefon yüzüne kapandı. Hirokazu bir süre telefona ölü balık gibi bakmıştı. Yanlış bir şey mi söylemişti? Nazik olmaya çalışmıştı ama belki de sadece tuzağına düşüp köpekler gibi gelmesini istemeliydi.

"Demek istediğini alamadın seni zavallı kuçu."
Hirokazu olduğu yerde irkilip ayağa kalktı. Küçük bölmelere ayrılmış çalışma ofisinde kimsenin olmadığından emindi. Konuşurken de kapının açıldığına dair herhangi bir ses duymamıştı. Nasıl? Ah sahi ya.
"Shinji!! Beni böyle korkutmamalısın. Bir anlaşmamız var."
"Anlaşmada şirket çalışanlarından bir fıstıkla aşna fişna yazmıyor Hirokazu."
Hassiktir.
Boğazını temizleyip karşı saldırıya geçti.
"Telefon dinlemek hoş bir davranış değil." Ardından gözlerini dikip ona baktı. Shinji yüzüne düşen siyah perçemleriyle oynuyor, ağzını açmış kocaman sırıtıyordu. Tehlikeli bir gülümseme olduğunu bildiği halde karşı çıkmaya devam etmesi onun zararına çıkacaktı. Ama anlaşma süresince kendisine bir şey yapacağını sanmıyordu.
Shinji bölmenin etrafından dolaşıp yanına geldi ve kolunu boynuna dolayıp iyice yaklaştı. Dudakları kulağına değiyordu şimdi. Mırıldandı.
"Haddini bil Hirokazu. Şu siktiriboktan deneylerine devam etmene kim olanak sağlıyor söylesene? Mali desteği kim sağlıyor da o sarışın şıllıktan malzemelerini alabiliyorsun? O malzemelere hem senin hem de benim ihtiyacım olabilir. Ama aynı deneyleri yapabilecek milyon kişi tanıyorum. Seni hemen burada öldürüp o milyon kişiden birini yerine alabilirim. Kim olacak acaba o şanslı?"
Dudaklarını indirip adamın boynuna değdirdi. Yanağına değen eli gibi dudakları da buz gibiydi. Hirokazu'nun görüş alanı bulanıklaşıyordu. Sanki başına buzlu bir poşet geçirmişlerdi. Kulakları çınlamaya başlamıştı. Boynunda gezinen ıslak şeyi hissedip irkildi ve kendine gelmeye çalıştı. Ama bir türlü başaramıyordu. Yavaşça çöküp sandalyesine geri oturdu. Shinji'nin sesi kulaklarında yankı yapıyordu.
"Ne güzel bir hayatın var Shinji. Parlak bir aile, piyano eğitimi, annen güzel bir müzik öğretmeni, babansa başarılı bir doktor. Okuldaki bir numaralı öğrenci, kızlar arasında çok popüler değil ama umrunda da değil. İçindeki bu sapıklıkla kimi ağına düşürsen yeterdi sana. İlk önce annenin tuttuğu sevimli müzik öğretmeni. Sonra sana ders vermeye gelen üniversite mezunu güzel bayan. İlerilere gidelim... Ah hatta hizmetçi kız! Hayatın pembe dizi gibi Hirokazu. Ve şimdi de Simone ha? Sarı saçlar, dolgun dudaklar, sütun gibi bacaklar. Seni seviyor ama aletinin biraz küçük oluşundan şikayetçi. Sana söyleyemiyor. İç çamaşırı da en sevdiği renk gibi kırmızı."
"K-kes şunu..." Hirokazu gözlerinin kenarlarından dökülen yaşlarla iyice göremez hale gelmişti. Uyuşmuş ellerini hareket ettirebilse biriken yaşları silebilecekti belki. Direndikçe canı yanıyordu.
"Güzel bir hayat Hirokazu. Ayağını denk al. Yoksa ilk kurbanım sen olacaksın."
Boynunda gezinen eli onu serbest bırakır bırakmaz vücudu kendine gelmeye başladı. Parmaklarını hareket ettirebiliyordu hatta kırpamadığı gözlerini bile. Bu yüzden gözleri dolmuş olmalıydı. Ellerini gözlerine bastırıp ovaladı.
"Bu arada, gazetelerde bizim üzerimize atılan bir takım olaylar dönüyor. Araştır ve kim olduğunu bul. Yoluma her kim çıkarsa çıksın, benimle aynı olsa bile sağ çıkamayacak. Kardeşim de olsa, yakınım da olsa."
"Pekala." Hirokazu derin bir nefes alıp ciğerlerini esnetti. İç organları da dahil olmak üzere tüm bedeni uyuşukluktan kurtulmuş ve sızlamaya başlamıştı. Shinji yine gülümsedi.
"Seni seviyorum Hirokazu. Sen benim en iyi dostumsun."
Odadan çıkmak üzereydi ki ekledi.
"Malzemeler gelene kadar beni şu söylediğin okula yazdır. Gitmek için sabırsızlanıyorum. Gözüme takılan biri var. Mutlu... Çok mutlu..."

(Giriş Bölümü)                                                                                                                    (Çöplük #3)

2014/08/06

Çöplük #1

Saat sabaha karşı beş buçuktu. İçerisi zifiri karanlıktı.. Dağılmış onlarca kıyafet, dergiler, parfüm şişeleri odayı kaplamıştı. Annesi artık şikayet etmeyi bırakmıştı. Son dediği şey "Bir gün o odada seni dahi bulamayacak hale geleceğiz Chiyo-chan"dı.
Tabii Chiyo'nun umrunda mıydı?
Elbette hayır. Ona göre odanın şimdiki hali en düzenli haliydi. Yetişkinler anlamazdı böyle şeyleri!

Yine her zamanki gibi alarmdan önce kalkıp yüzünü yıkadı ve okul formalarını giyip mutfağa indi. Baba mutfak masasında gazetesini okuyor, anne kahvaltıyı hazırlıyor, evin küçük efendisi de televizyonun karşısına geçmiş gözlerinde büyük bir heyecan pırıltısıyla animesini izliyordu. Chiyo'nun bu tür şeylere pek ilgisi olmazdı. O daha çok kitap okumayı severdi çünkü kitap her zaman filminden daha iyi olurdu. Chiyo böyle dediğinde kardeşi Ryohei ona gülmüş ve "Animelerin kitabı yoktur aptal. İşte bu yüzden her şeyi kaçırıyorsun." demişti. Ama onun dedikleri de pek umrunda olmamıştı.
Küçük bir velet işte.

"Günaydın!"
Herkes başlarını kaldırıp Chiyo'nun gülümseyen tatlı yüzüne baktı ve karşılık verdi. Kimura ailesinin gülümseyen çiçeği Chiyo, oturup hızla kahvaltısını etmeye koyuldu. Ryohei de sürünerek sandalyeye oturdu ve yanaklarını şişirdi önündeki meyve suyuna bakarak.
"Kaneki-kun ölürse bir daha anime izlemeyeceğim."
Chiyo muzip bir şekilde gülümsedi kardeşinin şişik yanaklarına bakarken.
"Çok iddialı konuşuyorsun ufaklık."
"İzleseydin beni anlardın! Bu gerçekten korkunç bir şey. İnsanları yiyerek yaşayan insan görünümlü yaratıklar var. Ve Kaneki ne bir insan ne de onlardan biri."
Kızın ince kaşları hafifçe kalktı.
"Ne biçim şeyler izliyorsun sen bu yaşta?"
Ryohei sanki ablasını hiç duymamış gibi bardağı ağzına götürmüş ve üfleyip köpükler çıkarmaya başlamıştı. Annesi kaşlarını çatıp bağırdı ona.
"Seni küçük maymun! Kocaman adam oldun hala içeceğinle mi oynuyorsun!? Bırak onu hemen."
Her zamanki gibi güzel bir sabah, her zamanki gibi tatlı kavgalar. Chiyo bunu seviyordu.

"Ben çıkıyorum!!"
Parlak siyah ayakkabılar asfaltın üzerinde hafif tak tak sesleriyle ilerlemeye başladı. Güneş tepede tüm gücüyle parlıyordu. Ne güzel bir sabah, ne güzel bir gün. Chiyo gülümseyen parlak gözlerini havaya dikip iç geçirdi. Liseye başladığından beri hayatı yaşanılır hale gelmişti. O kadar mutluydu ki. İki senedir harika arkadaşlar edinmiş ve okulu sevmeye başlamıştı. Artık bir "yetişkin" olmaya başladığını hissediyordu.
"Chiiyo-chan!"
Kafasını çevirip sesin geldiği yöne baktı. Koşar adımlarla o harika arkadaşlarından biri, Kaneda Miya geliyordu. Kısacık saçları ensesinde kıvrılan bu iri gözlü zayıf kız Chiyo'nun prenses görüntüsünün aksine çokça erkeksi kaçıyordu. Chiyo'nun beline kadar inen upuzun düz saçları, diğerlerine oranla daha çekik ve şekilli gözleri vardı. Gülümsediği zaman da tıpkı Ryohei'nin izlediği animelerdeki karakteler gibi çizgi halini alırdı o gözler.
"Günaydın Miya!"
"Günaydın. Haberleri dinlerken okula geç kalıyordum az daha. Ailemin öğütleri de cabası."
"Ehh..." Chiyo pek ilgilenmemiş gibiydi. Haberler iç karartıcıydı. Haberler kötüydü. Kendisini kötü hissettirecek şeyler duymak ve görmekten hoşlanmıyordu. Bu yüzden uzun süredir doğru düzgün haberlere bakmış değildi.
"Duydun mu? Son zamanlarda bu civarda kaçırılma olayları sık sık olmaya başlamış. Kim olduğunu bulamıyorlarmış. Ve kaçırılanlar da uzun süre geri dönmüyormuş."
"Öyle mi?" İç geçirdi. İçindeki ses ona dinlememesini ve dün okuduğu kitap için heyecanlanmasını söylüyordu. Neden kitaplarda yaşayamıyordu ki? Oradaki dünya çok daha eğlenceliydi.
"Birkaç gün önce birinin cesedini ele geçirmişler. Kadın neredeyse dört aydır kayıpmış. Çöp konteynerının kenarında yatarken bulmuşlar. Ne darbe izi bulabilmişler ne de tecavüze uğradığına dair bir işaret. Zehirlenmemiş de. Nasıl öldürülmüş olabileceğini araştırıyorlarmış. Bu korkunç bir şey. Yani-"
"Miya-chan!!"
Chiyo'nun aniden yükselen sesiyle Miya irkildi ve kızın ciddi yüz ifadesine şaşkınlıkla baktı. Chiyo yeniden gülümsemişti.
"Bu tür konular beni rahatsız ediyor. O yüzden duymak istemiyorum. Başka bir şey konuşalım mı?"
Miya hala şok geçirmiş gibi kıza bakıyordu. Sürekli gülümseyen bir kızın birden ciddileşip sesini yükseltmesi onu şaşırtmıştı. Kötü şeylerden bahsetmenin hoşuna gitmediğini biliyordu ama bu kadar rahatsız olduğunu bilmiyordu. İki sene geçmesine rağmen onu hala tanıyamamıştı belli ki.
"P-pekala. Bugun keltoş Matsuda-sensei'nin dersi var..."

(Giriş Bölümü)                                                                                                                    (Çöplük #2)


2014/08/04

Çöplük (Kısa Hikaye)

Böyle bir şeyi düşünüp yazabilmek için gerçekten çok kıvrandım. Son zamanlarda nedenini bilmediğim bir şekilde boş hissediyorum. Ama sonunda kendime gelebildim sanırım. Umarım bunu bitirebilirim. Şimdiye kadar yazdığım çoğu özgün hikayem yarım kaldı. Umarım okurken siz de beğenirsiniz. Şimdilik küçük bir kısmı.

İyi okumalar~

-------

-Tokyo, Toshima'da 4 Ağustos 2014 gece 23.30 sularında arkadaşının evinden kendi evine gitmekte olan 21 yaşındaki Konda Yukina'dan bir haber alınamadı. Aramalar polis tarafından sürdürülüyor.

The Japan Times

-"Son zamanlarda fazlaca gerçekleşen kaçırılma olaylarından bazen ben bile ürküyorum. Yakuza olabileceğini söylüyorlar ama... şuna bir baksanıza. Adını vermeyeceğim kişi yaklaşık bir ay sonra çöpün kenarında bulunuyor. Darbe izi yok, biri tarafından öldürülmemiş, zehirlenmemiş, tecavüze uğramamış. Parmak izi yok. Ama gözlerindeki korku insanın içini donduruyor. Daha fazla detaya girmek istemiyorum. Olsa olsa bu iş bir profesyonelin elinden çıkabilir. Bir çılgının elinden. Ve bu çılgın tek bir kişi değil. Gölgelerde saklanıyorlar..."

Sugiura Kazuya


Ahşap rengi jaluzileri çekili içi loş odada tek başına oturuyordu. Dudakları arasına sıkıştırdığı sigaranın dumanı kirli bir örümcek ağı gibi odayı kaplamıştı. Nefes almakta zorluk çekiyor fakat aldırmıyordu. Ne de olsa yaşaması için ihtiyaç duyduğu şey birazdan gelecekti. Kolları arasında, sıcacık, capcanlı. Düşüncesi bile içten içe onu deliye çeviriyordu. İçine akan heyecanla birlikte gözlerini kapıya çevirdi. Gerilip gülümsemeye dönüşen dudaklarının arasından sivri dişleri görünüyordu. Sigarasını alıp önünde duran masanın üzerindeki küllükte söndürdü. O da jaluziler, sandalyeler, dolaplar ve içerideki bir çok eşya gibi ahşaptandı. Bu onu iyi hissettiriyordu. Yumuşak, tüylü ya da ipekten olması gerekmezdi bir şeyin rahatlatıcı olması için. Kokusu, görünüşü, yüzeyindeki şekiller, pürüzlü olup olmayışı seni tatmin ediyorsa o şey rahattı. Böyle düşünüyordu Shinji. Ona göre bu dünyada bütün kavramlar insandan insana değişirdi. Doğru denen bir şey yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. Doğru olan bir şey varsa da onun bildikleri ve hissettikleriydi.

Kapı tıklatılarak açıldı. Üzerinde beyaz laboratuvar önlüğü olan sevimli yüzlü bir adam kafasını hafifçe eğip ona bakmıştı. Kapı açılır açılmaz içerideki sigara dumanı dans ederek dışarı çıkmıştı.
"Shinji. Getirdiler."
"İlk önce odaya koyup kendine getirsinler. Konuşmak istiyorum. Hem biliyorsun baygınken tadı çıkmıyor."
İki adam alçak sesle gülüştüler. Laboratuvar önlüklü adam kapıyı kapatmadan önce Shinji yeniden seslendi.
"Hirokazu. Gözlerinin bağlı olduğundan emin olun."
Adam son kez dönüp ona baktı ve kendinden emin bir şekilde gülümsedi.
"Tabii."



Tasarım: Zuri