2017/12/31

sleep well

Merhaba Blogger'ın hayalci yazarları ve bu sayfayı okuyan değerli okurlar.
Ölmedim. Hala hayattayım.
Ve bu dizeleri yazarken birileri spot ışığının altında bayat bir şaka yapıyormuş gibi geliyor kulağa.

Burada uzun uzadıya senemin nasıl geçtiğinden ve önümüzdeki sene neler beklediğimden bahsetmeyeceğim. Zira ne yazmaya değer eğlenceli anılarım oldu ne de önümüzdeki sene için umut vaad eden şeyler bekliyorum. Yalnızca huzur istiyorum. Biraz huzur ve sessizlik.

Tamamen kötü şeyler olmadı elbette ama geriye dönüp baktığım zaman başıma gelen kötü şeylerin iyi olanları örttüğünü söyleyebilirim. Her sene olduğu gibi bu sene de talihsizlik ve kötü şans yakamı bırakmadı. Deli saçması olaylar ardı arkası kesilmeden üzerime çullanmaya devam etti. Kimi akşamlar uykusuzluktan göz yaşı dökerken ruh sağlığımın dayanıklılığından şüphe eder hale geldim. Her şeye rağmen hala yıkılmamış oluşum beni şaşırtıyor.

Bu sene gözlerimi açıp kendimi insanların "sosyalleşme" adını verdiği iyi yalan söyleme yarışından sıyırıp kitaplara (tamamen kitaplara) adadım ve mükemmel yazarlarla tanıştım. Eğer illa bir şey dileyeceksem sevdiğim tüm yazarların rüyama girip beni ziyaret etmesini diliyorum.

Ve uyuyabilmeyi diliyorum. Huzurlu bir şekilde uyuyabilmeyi.

Bu dizeleri okuyan herkese,
Hayatınızda iyi şeylerden çok kötü şeylerle karşılaşmış olsanız bile, dayandığınız müddetçe eninde sonunda iyi sonuçlar elde edeceğinizi ve mutluluğa erişeceğinizi bilin. Güçlü olun yalnızca. Sizi yıkmaya çalışan karanlık gölgeleri cesur nefesinizle üfleyip yok edin ve ileriye bakmaya devam edin. İyi dileklerim daima sizinle.

Mutlu yıllar!

2017/11/12

Akşam Raporu (Bungou Stray Dogs Fanfiction)

Başlangıç Notları: Merhaba. Bu sayfanın yalnızca kurgularımın yer bulduğu bi sayfa olmasından pek hoşnut değilim, bu blogun eski formuna geri dönmesini istiyorum ancak içinde bulunduğum ruhsal bunalımdan çıkabilmemin tek yolu bu sanırım. Uzun zamandır hayran kurgusu yazmadığım için çiğ bir hikayeyle karşılaşmanız mümkün.

✲Kurgunun evreni Bungo Stray Dogs evreninden farklı. Ama karakterlerin kişilik ve davranışlarında herhangi bir değişiklik yapmadım. Kurgu, bir akşam ofiste can sıkıcı bir rapor yazmakla yükümlü olan acemi polis memuru Nakajima Atsushi'nin patronunun emri üzerine atıldığı minik bir dedektif hikayesini anlatıyor.

✲✲✲✲✲✲

Akşamın aceleci ışıkları ofisin penceresinden yansıyarak Atsushi’nin bezginlikten yarı yarıya kapanmış gözlerine vuruyordu. Herkesin işini bitirip evine döndüğü bu akşam saatinde göz yorucu bilgisayar ekranının karşısında bu can sıkıcı nöbet raporunu yazmak yapmak isteyeceği son şeydi. Ofiste giderek azalan sesler ve yerini karanlığa bırakan gün ışıkları beraberlerinde motivasyonunu da çekip götürüyordu. Masadan kalktığında yürümeye bile gücünün olacağından şüpheliydi. Raporunun son paragrafına dayandığında omzunda tanıdık bir el hissetmiş, yorgunluktan kısılmış gözleri masasının kenarına çarpan ince dosyaya çevrilmişti.
“Acil durum.” dedi patronu. “İntihar gibi görünen bir cinayet vakası. Civarda başka kimse olmadığı için sen geliyorsun.”
Atsushi’nin gözleri yalvarmaya hazır bir köpeğinkiler gibi irileşmiş ve sarkan dudaklarından mırıltı halinde bir soru dökülmüştü cevabını çoktan biliyor olmasına rağmen.
“Chuuya-san, benim gelmem şart mı?”

            Nakahara Chuuya, diğer bir adıyla “Canavar Dedektif” (Bir erkeğe göre nispeten kısa olan boyundan dolayı “Minik Dedektif” olarak da anıldığı olurdu ancak bu unvanı kullanan her kim olursa iyi bir dayak yemeye hazır olmalıydı.) bir davaya asla tek başına gitmez, acemilere tecrübe olması açısından içlerinden birini illa peşinden sürüklerdi. Teklifini reddetmek ya da karşı gelmek bir seçenek değildi. Civardaki herkes Chuuya’nın “Canavar Dedektif” adlı lakabı edinmesinin altında yatan sebebin yalnızca olayları çözmedeki kıvraklığından ve zekasından kaynaklı olmadığını bilirdi.
            Bu yüzden Nakahara Chuuya asla sinirlendirilmemeliydi.
           “Oldukça kafa karıştırıcı bir dava bu elimizdeki. Kurban zehirlenerek öldürülmüş ancak intihar süsü verilmiş. Katil bütün sahneyi kurduktan sonra vicdan azabı çekip kendini ihbar etmiş.”
Chuuya eldivenlerini ve şapkasını düzeltip duruşunu dikleştirdi Atsushi’den olası bir soru beklerken. Durmadan düşen omuzlarından ve çatılan kaşlarından onun da yorgun olduğu anlaşılıyordu. Karşıdan herhangi bir soru gelmeyince konuşmaya kaldığı yerden devam etti.
“Zaten açığa çıkmış bir olayın neresini inceleyeceğiz? Gittiğimizde hikayenin bununla kalmadığını göreceksin. Bu bilmeceyi çözeceğine inanıyorum Atsushi.”
“Çünkü sen benim favorimsin. Senin gözlerinde gördüğüm ışığı başka kimsede görmüyorum.“
Böyle demek isterdi ama bunu şimdiden dillendirerek genç adamı şımartmak istemiyordu. Zaten bunu yapacak gücü de şu an kendinde bulamıyordu. Aralarındaki sessizlik sinir bozucu bir raddeye gelmişti. Bu sessizlik kızıl saçlı dedektifin içinde birilerini dövme isteği uyandırıyordu. Ama şanslı kişiyi seçmek için biraz daha bekleyecekti. Bezginlikle iç geçirdi.
“Pekala. Bu davayı çözebilirsen dönüşte bir şeyler ısmarlayacağım.”
Bunun ardından Atsushi’nin gözlerini Chuuya’nın o görmeye bayıldığı parıltı doldurdu. Önünde eğilip avazının çıktığı kadar bağırdı.
“Elimden geleni yapacağım, Chuuya-san!”
            Olay yeri tek odadan oluşan bir apartman dairesiydi. İçeride fazla mobilya bulunmamasına rağmen (Zaten olsa da bu denli küçük bir daireye sığmazdı.) süslü bir bar, sokağa bakan pencerelerin olduğu duvarı kaplıyordu. Yerde kırılmış iki kadehten kalan parçalar ve kadehlerden dökülen renksiz içkiler bulunuyordu. Olayın kurbanı, görevli birkaç polis tarafından odadaki tek kanepeye yatırılmış ve üzeri beyaz bir örtüyle örtülmüştü. Atsushi yakından baktığında sonradan bunun bir örtü değil bir perde olduğunu anlamıştı. Bilmecenin baş rol oyuncusu, aynı zamanda hikayeyi ağzından duyabilecekleri tek kişi, bardaki yüksek sandalyelerden birinde, başı ellerinin arasına sıkışmış şekilde oturuyordu. Kırpılmış siyah saçları, ince omuzları, kemikli elleri vardı. Oturduğu sandalyede farkında olmadan titriyordu. Chuuya bakışlarıyla siyah saçlı adamı gösterip kanepeye doğru yaklaştı ve gözlerini beyaz çarşafa dikip öylece baktı. Atsushi mesajı almıştı, bara doğru yaklaştı ve genç adamın yanına oturdu. Yolda okuduğu dosyaya göre ismi Akutagawa Ryuunosuke’ydi.
“Akutagawa-san. İyi akşamlar.”
Siyah saçlı genç adamdan sinirle karışık bir homurtu duyuldu.
“Benimle dalga mı geçiyorsun… ‘İyi akşamlar’mış…İyi akşamlar…”
“Ö-özür dilerim…” Atsushi düşüncelerini toparladı ve yeniden konuşmaya başladı. “Sizinle neler olduğu hakkında konuşmak istiyorum. Tabi konuşabilecek durumdaysanı-“
“Sen.” Akutagawa denen adam kafasını çevirip Atsushi’nin gözlerinin içine baktı. İri siyah gözleri sanki gözlerine değil ruhuna bakıyordu. Atsushi rahatsızlık hissinin midesini sıkıştırmaya başladığını hissetmişti.
“Sen polis olduğuna emin misin?”
“N-nasıl yani?”
Rahatsız olduğunu belli etmemek için gözlerini ayırmasa dahi titreyen sesi kendini ele vermişti. Akutagawa yüzünde alaycı bir gülümsemeyle sorusuna yanıt verdi. Yanakları belirsiz bir kırmızılıkta barın ışıkları altında parlıyordu.
“Senin gibi saf insanlar bu dünyada fazla yaşamaz. Beni yanlış anlama.”
“Yo yanlış anlamıyorum. Haklısınız.” Düşüncelerini yeniden toparlamak bahanesiyle gözlerini kaçırıp bar tezgahının üzerine koyduğu dosyasına çevirdi gözlerini. “Ama insan dünyaya bir değişiklik yaratmak için geldiyse elindeki yeteneği kullanmaktan çekinmemeli. Sevdiğim bir yazar yeteneği olan birinin bunu saklayıp bundan dolayı acı çekmemesi gerektiğini, bu şekilde ancak hayatı kendine bir cehenneme çevirebileceğini söyler.”
“Demek bir yeteneğin var.” Akutagawa’nın yüzündeki gülümseme kademe kademe silinmekteydi. “Peki öyleyse. Yeteneğini göstermen karşılığında her şeyi anlatacağım.”
Atsushi kendinden emin bir şekilde kafasını salladı.
“Anlaştık.”

            “Kanepede yatan adam benim için dünyadaki en değerli kişiydi. Onunla tanıştığım günden beri onun gözüne girebilmek için ne kadar çok çabaladığımı bilemezsin. Ama o… O her zaman gözlerini benden uzağa çevirdi ve yaptığım hiçbir şeyi görmemeyi seçti.”
Atsushi dosyada bulunan diğer adamın profiline bakarken Akutagawa’nın bundan dolayı adama garez beslediğini düşünmeye başlamıştı. Ama yine de nedense kafasının içinde başka bir ses bunu yapanın Akutagawa olmadığını söylüyordu. Bu fikrini Chuuya’ya söyleyecek olsaydı iyi bir fiske yemeye hak kazanırdı.
“Bu akşam beni evine davet etti. Benimle önemli bir şey konuşmak istediğini, bana bir ders vermek istediğini söyledi. Geldiğimde birkaç kadeh devirip havadan sudan konuştuk. Dazai-san her zamanki Dazai-san’dı. Ama sonra… sonra hoşuma gitmeyecek şeyler söylemeye başlamıştı. İkimiz de çok alkol almıştık. Kendimden geçtim ve ona saldırdım. Böyle yapmak istememiştim. Kendime geldiğimde Dazai-san yerde yatıyordu. Bardakları kafasına geçirmiş olmalıyım. Başından akan kanı temizleyip kendini öldürmüş gibi gösterdim. Çekmecesinde bir kutu uyku ilacı vardı. Belki bunları fazladan almış gibi gösterebilirim diye düşündüm. Ama zaten eninde sonunda bünyesinde hiçbir madde bulamayacaklar ve beni yakalayacaklardı. Bu yüzden pes edip kendimi ihbar ettim.”
Atsushi kaşlarını çatmıştı. Gözlerini dosyadan ayırmadan konuştu.
“Size ne tür şeyler söylediğini hatırlıyor musunuz?”
Akutagawa sağ elini saçlarında gezdirip gözlerini kıstı. Gözlerini kıstıkça suratı buruşmuştu.
“Hatırlıyorum.”
Tedirgin edici bir sessizlik. Chuuya’nın arka tarafta homurdandığını işitiyordu. Sanki bir şeyi tekmeliyormuş gibi takırtılar çıkarıyordu. Umursamadan konuşmasına devam etti.
“Çok özel bir şeyse söylemek zorunda değilsiniz.”
“Bana işe yaramazın teki olduğumu söylemişti. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım takdirini kazanamayacağımı, olsam olsam bir çöplüğe layık olacağımı söylemişti. Bir de… aptal olduğumu söylemişti. Herkese kolayca güvenmemem gerektiğini… kimden bahsettiğini anlayamamıştım ama nedense çok sinirlenmiştim.”
Atsushi kafasını salladı ve sorularına kaldığı yerden devam etti.
“Başka bir şey söyledi mi peki?”
“Başka… hatırlamakta zorlanıyorum.” Akutagawa gözlerini boşluğa dikip bir süre düşündü. Dazai denen adamın birilerinin kendisini almaya geleceğiyle ilgili bir takım laflar ettiğini hatırladığını söylemişti ancak bunu da kesin olarak hatırlayamadığı için olayla bir bağlantı kuramamıştı. Atsushi adamın profilindeki fotoğrafını inceledi. Parlak, kahverengi gözler, aynı renkte kabarık saçlar, tatlı bir gülümsemeyle taçlandırılmış bir ağız. Hayat dolu bir adama benziyordu, genç bir adama hakaretler savuracak tarzda birine değil.
“Akutagawa-san. Dazai-san’ı elinizdeki kadehlerle öldürdüğünüzü söylemiştiniz değil mi?”
Siyah saçlı adam onaylarca kafasını salladı.
“Bunu nasıl yaptınız?”
“Nasıl mı yaptım? Bardakları kafasına geçirdim ve onu yaraladım.”
“Bunu yaptığınızı kesin olarak hatırlıyor musunuz?”
“Hatırlamama gerek var mı?!” Akutagawa olduğu yerden hışımla kalkmış ve Atsushi’yle burun buruna gelmişti. Gözleri birer kara delik gibi Atsushi’nin ruhunu parçalıyordu.
“O korkunç anı hatırlamama gerek var mı etrafta bir sürü işaret varken!? Başından akan kan, etraftaki cam parçaları, Dazai-san’ın cansız…”
Akutagawa başını eğdi. Siyah saçları Atsushi’nin yanağını okşamıştı.
“Bunu nasıl yapabildim… Nasıl…”
Atsushi sadece ikisinin duyabileceği bir ses tonuna mırıldandı.
“Ben… senin yaptığını düşünmüyorum. Ve bunu kanıtlayacağım.”

Atsushi, Akutagawa’dan yeterince bilgi aldığını düşünüyordu. Cinayetle suçlanan zavallı, alkollü bir genç adamı daha fazla sorgulamanın bir manası yoktu. Aksi takdirde alkol, Akutagawa’nın gerçeklerini çarpıtmaya başlayabilirdi.
“Şimdi yeteneğimi gösterme zamanı.”
Cesedin yanına eğilmiş Atsushi’yi izleyen patronu ağzını yayarak gülümsemiş ve uzanıp perdeyi bir kenara çekmişti. Kurbanın tüm bedeni ortadaydı şimdi. Atsushi çekinerek yanına geldi ve eğilip cesedi incelemeye başladı. Balmumundan yapılmış bir heykel gibi yatıyordu Dazai denen adam, henüz vücudu değişmeye başlamamıştı. Atsushi kurbanın yüzüne o kadar odaklanmıştı ki dudaklarında minik bir tebessümün oluştuğunu görür gibi olmuştu. Gözlerinin önünde bir el parmaklarını şıklattı.
“Kendine gel, Atsushi. Resim galerisinde değil cinayet mahallindesin.”
Atsushi kafasını sallayıp kendine geldi ve gözlerini cesedin güzel yüzünden ayırıp boynuna çevirdi. Ellerini dikkatle, kırılgan bir cismi tutuyormuş gibi kullanarak çenesini sağa sola oynattı. Ardından kıyafetlerini nazikçe hareket ettirerek bileklerini ve vücudunun diğer bölgelerini inceledi.
“Dosyada yazdığı gibi…” dedi alçak bir sesle.
“Herhangi bir darbe izi yok.” diye cümlesini tamamladı Chuuya. Ardından elini kaldırıp başını gösterdi. “Orası dışında.”
Atsushi yaklaşıp adamın başındaki yarayı inceledi. Saçlarının arasından görünen yara izi ve gelen garip kokudan Akutagawa’nın onu bardaklarla yaraladığı sonucuna varabilirdi. Ancak hala kafasında onu oyalayan bir şeyler vardı. Kalkıp salonun ortasına yürüdü ve yerdeki cam parçalarını incelemeye başladı. İki bardaktan geriye kalanlar loş lamba ışığının altında soluk bir şekilde parlıyordu.
“Akutagawa-san. Rahatsız ediyorum ama buraya gelir misiniz?”
Olduğu yerde oturup şakaklarını ovan genç adam kafasını çevirip gözlerini yere eğilip cam parçalarına gözlerinde ışıltıyla bakan Atsushi’ye çevirdi.
“Ne var?”
Atsushi birkaç saniye boyunca adama sessizce baktı.
“Kibarlığımın karşılığını böyle mi alacaktım… Yanıma gelme nezaketinde bile bulunmadı…”
Her şeye rağmen gülümseyip işaret parmağıyla yerdeki parçaları gösterdi.
“Yerdeki kan lekelerini temizlediğinizi söylemiştiniz öyle değil mi?”
Genç adam kafasını onaylarca salladı.
“Fakat nasıl oluyor da cam parçalarında tek bir kan lekesi olmuyor?”
Akutagawa’nın dudaklarının arasından tiksinti dolu bir “cık” duyuldu. Atsushi kendini yeni bir iğneleme dalgası için hazırladı.
“Sen beni aptal mı zannettin? Tabi ki de kanlı cam parçalarını temizleyip yerine yerleştirdim. Olayın fazla uyku ilacı alıp intihar etmiş gibi görünmesi gerekiyordu. Ama…”
“Ama bunu yaparken başındaki yara izini tamamen aklınızdan çıkarmıştınız öyle değil mi?”
“Ne kadar acınası, öyle değil mi?”
Akutagawa başını çevirip elleriyle yeniden şakaklarını ovmaya başladı. Kendi kendine mırıldanıyordu.
“Ben de uyumak istiyorum. Tıpkı Dazai-san gibi… Uzun bir uykuya ihtiyacım var…”
Atsushi iç geçirip gözlerini yeniden parçalara dikti.
“Akutagawa-san, yerleri temizlediğiniz paspası görebilir miyim?”
Genç adam dönüp cevap vermeden eliyle kapının arkasını gösterdi. Kapının arkasında duran paspas temizlenmemişti. Rengi kirli beyazdan açık kırmızıya doğru geçiş yapıyordu. Atsushi eğildi ve dokunmadan paspası inceledi.
“Bu durumda başka bir cisimle saldırmış olabileceğini düşünemeyiz. Zaten dairede de buna benzer bir şey bulamamışlar.”
Uçları kırmızıya bulanmış paspası olduğu yere bıraktı ve Chuuya’nın yanına geri döndü.
“Chuuya-san, şu bahsedilen uyku haplarını görmem mümkün mü?”
Adam kafasını sallayıp elini ceketinin cebine soktu. Şeffaf paket içinde bir kutu uyku hapı bulunuyordu. Atsushi pakedi açıp kutuyu yakından inceledi. Sıradan bir uyku hapıydı. Üzerine tükenmez kalemle yazılmış bir kullanma talimatı bile vardı. Kutuyu açıp içini inceledi. Küçük yazılı uzun bir reçete ve kullanılmış iki tablet hap. Atsushi gözlerini kısıp tabletleri inceledi. Her nedense iki tablet de birbirinden farklıydı. Kutu üzerinde ismi yazan hapın bulunduğu tablet birkaç defa kullanılmıştı ancak yabancı tabletten yalnızca bir tane kullanılmıştı.
“'Exanimis'? Bunun bu kutuda ne işi var?”
“Dazai aldığı ilaçları unutmamak için aynı kutuya koyuyordu herhalde.” dedi Chuuya gözlerini devirerek. “Bunak büyük annem de aynısını yapardı. Ne ortak nokta ama.”
Atsushi, Exanimis denen farklı tablete yeniden baktı.
“Bunun ne işe yaradığına baktınız mı?”
“Ben de bunu sormanı bekliyordum.”
Chuuya cebinden katlı halde bir takım kağıtlar çıkardı ve ona uzattı. İki sayfadan oluşan belgeyi gözleriyle hızlıca taradı Atsushi. İlk sayfa ilaçların içeriği ve yapıldığı maddelerle ilgiliydi.
İkinci sayfa ise kurbanın kan tahliliydi.
Atsushi gözlerini kocaman açtı ve dudaklarını birbirine bastırdı.
“Tam da tahmin ettiğim gibi…”
Chuuya sırıtarak bakıyordu yüzüne.
“Ney o? Söyle de öğrenelim.”

“Bana bunu neden yapıyorsunuz…”
Atsushi, Akutagawa’nın kolunu omzuna atarak yükünü üzerine almış, yavaş adımlarla onu kurbanın yattığı kanepenin kenarına oturtmuştu. Siyah saçlı genç adam ise durumdan hiç hoşnut değildi: Alkollüydü, başı ağrıyordu ve öldürdüğü adamın baş ucunda durmak kendisine tarif edilemez bir acı veriyordu. Yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle neredeyse huzur dolu bir şekilde uyumakta olan Dazai’nin etrafında toplanmış üç adam uzaktan bir tiyatro sahnesini andırıyordu.
Atsushi boğazını temizledi ve Akutagawa’nın yüzüne bakarak konuşmaya başladı.
“Sizinle konuşurken ne dediğimi hatırlıyor musunuz?”
“Şunu hatırlıyor musunuz, bunu hatırlıyor musunuz… Canımı sıkmaya başlıyorsun artık.”
Atsushi’nin gözleri bir anlığına Chuuya’nınkilerle buluştu. Chuuya gözlerini devirerek devam etmesini işaret etmişti.
“Pekala. Öncelikle olayları Akutagawa-san’ın ağzından duyduklarımla anlatacağım. Sonraysa ‘asıl’ olanları anlatacağım.”
Akutagawa’nın gözleri kısılıp kaşları çatıldı. Atsushi devam etti.
“Akutagawa-san tıpkı kendisine söylenilendeki gibi akşam saatlerinde Dazai-san’ın kapısını çaldı. Dazai-san’ın Akutagawa-san’ı çağırma sebebi ona önemli bir ‘ders’ vermek istemesiydi. Lütfen yanıldığım yerlerde beni düzeltmekten çekinmeyin.”
Atsushi aralarda duraksıyor ve yanındaki genç adamdan onay manasında bir hareket bekliyordu. Fakat Akutagawa gözlerini ayırmadan elinin altında yatan değerli dostuna bakıyordu. Ağlamak üzere olduğu her halinden belliydi.
“Buraya birinci soru işaretini koyuyorum. Bu olayları Dazai-san’ın Akutagawa-san’a ettiği hakaretlerin ve kışkırtmaların izlediğini görüyoruz. Neden ders vermek isteyen bir insan karşısındakini kışkırtmak ister? Akutagawa-san Dazai-san’ın kendisini asla kabul etmeyeceğini söylediğini hatırlıyorum. Bu durumda mağdur olan kişi Akutagawa-san’mış gibi görünüyor.”
“Ders vermek isteyen insanın karşısındaki insanı sarhoş etmesi gibi saçma sapan bir durum da var ayrıca.” diye ekledi Chuuya. Atsushi onaylamıştı.
“Kesinlikle. Akutagawa-san’nın söylediğine göre, kendisi Dazai-san’ı elindeki içki bardağıyla öldürüyor ve ona intihar etmiş süsü veriyor. Fakat onu öldürdüğünü kesin bir şekilde hatırlamıyor. Yerdeki kan izlerini ve kana bulanan parçaları temizliyor. Fakat sonradan başındaki yarayı saklayamayacağını fark ediyor.”
Atsushi kapıya doğru yürüyüp arkasından paspası çıkardı ve kanlı tarafını havaya dikti.
“Paspasa dikkatli bakın. Akutagawa-san’ın temizlediği kanın rengi hala parlak tonda bir kırmızı. Uzun süre bekleyen bir kan lekesinden oldukça uzak. Kan lekesi zaman geçtikçe kurur ve rengi koyulaşır. Ve bunun olması uzun zaman almaz. Bu da bizi bu sıvının kan olmadığı sonucuna götürüyor.”
Akutagawa şaşkınlıkla kafasını çevirip Atsushi’ye baktı. Atsushi buna karşılık tatlı tatlı gülümsemişti.
“Paspastaki sıvının Dazai-san’ın başındakiyle aynı olduğunu teyit ettim. Garip kokusundan da anlaşılacağı üzere bir çeşit boya olabilir. Şimdi ikinci soru işaretini koyuyorum. Eğer kan sahteyse tüm bunlar nasıl oldu? Tüm bunlara Akutagawa-san’ın değil de bir başkasının bakış açısından baksak iyi olacak. Mesela…” Atsushi bakışlarını kanepede yatan adama çevirip parmağıyla gösterdi. “Mesela Dazai-san’ın.”
Akutagawa her an saldırmak üzere duran bir yırtıcı hayvan gibi kanepenin köşesine tırnaklarını geçirmiş, Atsushi’nin söyleyeceklerine kulak kesilmişti. Tüm bu söylediklerinin nasıl sonuçlanacağını biliyor gibiydi.
“Dazai-san Akutagawa-san’ı ona bir ders vermek amacıyla evine davet ediyor. Fakat ders vermek yerine onu sarhoş edip hakaretler savuruyor ve kışkırtıyor. Yanılmıyorsam ‘herkese kolayca güvendiği’yle ve ‘birilerinin kendisini almaya geleceği’yle ilgili bir şeyler söylüyor. Bunları önemli oldukları için bir kenara bırakıyorum. İşte tam bu arada, devreye bu küçük dostlar giriyor.”
Atsushi uyku haplarını herkesin görebileceği bir noktaya kaldırıp gösterdi. Akutagawa kafasını sağa sola sallamıştı.
“Bu… imkansız.”
“Dazai-san ‘herkese kolayca güvenen’ konuğuna bir ‘ders’ vermek amacıyla o gelmeden önce içkisine bir uyku hapı atıyor. Muhabbet ilerledikçe Akutagawa-san uykunun tuzağına yakalanıyor ve Dazai-san sinsi planını uygulamaya başlıyor.“
Akutagawa ayaklanıp Atsushi’nin yakasına yapıştı ve avazının çıktığı kadar bağırdı.
“Saçmalama! Ne demek istiyorsun sen!? Dazai-san intihar etmiş olamaz!”
Atsushi, Akutagawa’yla göz göze gelip mırıldandı.
“İntihar etti demedim. Söyleyeceklerimi dinle.”
Yakasını kurtarıp konuşmaya devam etti.
“Öncelikle olayların gerçeklik kazanabilmesi için bardakları aldı ve kendini yaraladı. Bu ince kadehler birilerini hafifçe yaralayabilir ancak asla öldüremez. Bunu her kim olsa söyleyebilir. Olaylara biraz daha hareket katmak için başına ve yerlere bahsi geçen kırmızı sıvıdan döktü. Şimdi son sorumu soruyorum. Tüm bunlar birer düzmeceyse Dazai-san nasıl öldü? Ve sebebi ne?”
Yeniden elindeki ilaç kutusunu gösterdi Atsushi. Hikayesinin sonuna geliyordu.
“Chuuya-san’la birlikte kutunun içinde başka bir ilacın daha olduğunu fark ettik. Elimdeki rapora göre Exanimis denen bu hap tıpkı kutunun içindeki diğer hap gibi bir nevi uyku ilacı görevi görüyor. Fakat bünyeyi öyle etkiliyor ki hasta uyku halindeyken neredeyse ölü gibi görünüyor. Nefes alış verişleri ve nabzı saptanamayacak kadar düşüyor. Hastayı uyandırmak için onu hafifçe sarsmak yeterli oluyor. Elimdeki kan tahlili sonucuna göre kurbanın Exanimis’i aldığı görülüyor. Yani diğer bir değişle…”
Akutagawa titrek bir sesle araya girdi.
“Yani Dazai-san…”
“Hala yaşıyor.” Chuuya kafasını onaylarca salladı. “Tebrikler Atsushi. İyi iş çıkardın.”
“S-sahi mi?” Atsushi dudaklarını birbirine bastırıp gülümsedi. Chuuya parmaklarını esnetip ceketini çıkardı ve kanepenin kenarına bıraktı.
“Foyan ortaya çıktığına göre artık işimi yapsam iyi olacak. Seni almaya geldim baş belası.”
Kızıl saçlı dedektif diğer ikisinin şaşkın bakışları altında hızla kanepede yatan adamın üzerine çullandı. Bacaklarını iki yana açarak üzerine zıplamış ve adamın aniden öksürerek yerinde kıvranmasına sebep olmuştu. Akutagawa olduğu yerde irkilip bir adım öne atıldı. Fakat anında Atsushi tarafından durduruldu.
“Araya girmemeni tavsiye ederim. Chuuya-san kızgın görünüyor.”
Akutagawa ne dediğini anlayamamış olsa da dediğine uymaya karar vermişti. Chuuya öksürük krizi geçiren adamı uyandırmak için "hafifçe" sarsıyor arada bir tokatlar savuruyordu.
“Kendine gel adi herif. Seni öbür dünyaya göndermeye geldim.”
Dazai öksürük krizini atlatır atlatmaz hışımla doğrulmuş ve Chuuya’nın kollarından tutup arkasına bağlamıştı. Bunca zaman ölü zannedilen Dazai şimdi gözlerini açmış gülümseyerek üzerinde tepinen ‘minik’ canavara bakıyordu.
“Ahh… Geleceğini biliyordum. Benim için geleceğini biliyordum. Endişelendin değil mi? Doğruyu söyle.”
“Bırak… beni… be!” Chuuya ellerini kurtarmak için çabaladıkça Dazai bileklerini daha çok sıkıyordu. Neredeyse burun buruna duruyorlardı. Chuuya patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Dişlerini gıcırdatarak hırladı. Dazai ise ona gülerek karşılık verdi.
“Yanlış anlaşılmaktan mı korkuyorsun yoksa?”
“Ne saçmalıyorsun Dazai!? Uyku hapı beyin hücrelerini mi öldürdü?” Yeniden çırpındı. “Rahat bırak dedim sana!”
Atsushi kafasını çevirip Akutagawa’ya doğru mırıldanmıştı.
“Tanışıyor olmalılar.”
Akutagawa karşılık verdi.
“Ne diyeceğimi bilemiyorum. Eve gitmek istiyorum.”
Atsushi elini ağzına götürüp Chuuya’ya seslendi.
“Chuuya-san, yemek ısmarlama işini sonraya bırakabiliriz!”
Akutagawa arkasından öksürdü.
“Beni akladığın için bu sefere mahsus ben de ısmarlayabilirim.”
“Sahi mi?”
Dazai yaklaşıp Chuuya’nın kulağına fısıldadı.
“Baş başa kaldık sanırım.”
Chuuya tepeden tırnağa kıpkırmızı olmuştu. Ancak bu kırmızılık duyduğu utancın bir göstergesinden ziyade içindeki canavarın ortaya çıkışının bir simgesiydi. Dazai ne olduğunu anlayamadan suratına bir yumruk yedi ve bunu daha önce hiç duyulmamış küfürlerle süslenmiş bir başkası izledi.
“Seni ayaklı hıyar, ne cüretle en yorgun olduğum gün beni böyle boktan bir oyunla kandırırsın!? Daha ilk gün seninle tanışacağıma kafama sıksaydım daha iyiydi! Hayır, o gün senin kıçını havaya uçurmalıydım! İstediğin de bu değil miydi zaten adi herif!?”
“Chuuya-san!”
Atsushi iyi bir fikir olmadığını bildiği halde patronunu davanın gerçek katili olmaktan kurtarmak adına yaklaşıp kollarından tuttu.
“Bırak beni! Yüzünü tanınmaz hale getirene kadar pataklayacağım onu!”
“Lütfen sakin olun!”
Dazai çapraz şekilde yüzüne siper ettiği kollarını açıp ikisine baktı.
“Tanrım, ne tatlı bir asistan. Senin için biraz fazla bu Chuuya.”
“Sen hala konuşuyor musun?” Tam yumruğunu kaldırmıştı ki Atsushi yeniden onu durdurdu. Chuuya’nın zorlukla ikna olmasıyla dosya kapanmış ve ortalığı huzur dolu bir sessizlik kaplamıştı. Akutagawa değer verdiği adamın hala hayatta oluşuna sevinmiş ancak bu olaydan sonra içinde buruk bir his kalmıştı. Atsushi hak ettiği övgü ve ödülü almıştı: patronu tarafından güzel bir akşam yemeğine davet edilmiş, karnını tıka basa doldurmuştu. Ancak ilerleyen saatlerde sinirini yatıştırmak için fazla alkol alıp sarhoş olan patronunun saatlerce gevezelik edişiyle uğraşacağından habersizdi.
Yine de, sıkıcı raporlarla başlayan dayanılmaz bir akşamın bu denli ilginç bir hal almış olmasından memnundu.

✲✲✲✲✲✲

Son Notlar
“Ama insan dünyaya bir değişiklik yaratmak için geldiyse elindeki yeteneği kullanmaktan çekinmemeli. Sevdiğim bir yazar yeteneği olan birinin bunu saklayıp bundan dolayı acı çekmemesi gerektiğini, bu şekilde ancak hayatı kendine bir cehenneme çevirebileceğini söyler.”
Atsushi'nin bahsettiği yazar Edgar Allan Poe. Animede yahut mangada Atsushi'nin Poe'ya ilgi duyduğuyla ilgili bir ibare yok, gerçek kişiliğin de ilgi duyup duymadığıyla ilgili bir bilgim yok. Yalnızca Poe'nun büyük bir hayranı olarak ona alıntı yapmak istedim.
“Ben de uyumak istiyorum. Tıpkı Dazai-san gibi… Uzun bir uykuya ihtiyacım var…”
Akutagawa'nın Dazai'yi intihar etmiş gibi gösterme planını gerçek Akutagawa Ryuunosuke'nin intihar olayından esinlenerek yazdım. Uyku sorunları çektiği için daima birilerinin kendisini öldürmesini istediğini ve sonunda da aşırı dozda uyku ilacı alarak intihar ettiğini okumuştum. Keşke aldığı ilaçlar Exanimis tarzı bir ilaç olsaydı...
Exanimis: Latincede "ölü, nefessiz" anlamına geliyor. Gerçekte böyle bir ilaç yok ama gösterdiği etkileri tamamen karşılayan bir çeşit zehir olduğunu okumuştum.

Yazar Notu
Buralara kadar gelip hikayemi okuduysanız hepinize teşekkür etmek istiyorum. Lütfen hikayemle ilgili yorumlarınızı ve sorularınızı yazmaktan çekinmeyin. Yeniden teşekkürler! 

2017/10/26

Karalama Defteri

Merhaba millet!
Son zamanlarda deliliğin pençesine düşmemek adına moralimi yerine getirici nitelikte hikayeler yazmakta olduğumu siz de fark etmişsinizdir.

Daha önce yazdığım hatalarla dolu fakat beni mutlu eden hikayelerimi de bir araya toplayarak Karalama Defteri adında bir sayfa oluşturdum.

Sayfayı yukarıda da görebilirsiniz. Hani şu çubukta.

Olur da ölürsem o hikayelerin altında dua falan paylaşmayın ama olur mu. (Facebook duacılarına gönderme yapıyorum bana aldırmayın.) Onları okuyup gülümseyin.
Benden geriye kalan tek şey olabilirler.

Görüşmek üzere!

2017/10/04

Bir Şaka (Kısa Hikaye) Bölüm 2

Osamu şahit olduğu şeyden sonra gerçekten hayatta olup olmadığından şüphe etmeye başlamıştı. Belki de bugün hiç yatağından kalkmamıştı. Çırağıyla telefonda görüşmemiş ve dükkâna da gelmemişti. Çoktan öbür dünyayı boylamış, anılarından birinde bozuk bir plak gibi takılı kalmıştı belki de. Fırfırlı elbisesiyle dükkânın içinde bir kelebek gibi dönen bu genç kadın da Tsukiko’nun geçmişteki yansımalarından biri olmalıydı. Birazdan dönüp adamdan acele edip hazırlanmasını isteyecekti. Yoksa dans akşamına geç kalacaklardı!
Kafasını sağa sola sallayıp gözlerini kırpıştırdı. Böyle bir şey olmasının imkânı yoktu.
“Bay Osamu. Sizi bulduğuma öyle sevindim ki. Size anlatacak çok şeyim var.” Genç kadın dönüp dükkânın içindeki alçak taburelerden birine çökmüş olan ihtiyara bakışlarında hüznün tınılarıyla gülümsedi.
“Annemin vefatını öğrenmiş olmalısınız, değil mi?”
Osamu başını onaylarca salladı. Tsukiko’nun kızının kendisini ziyarete gelmiş olmasına sevinmediğini söyleyemezdi ancak sevdiği kadının kendisi yerine tercih ettiği adamdan bir çocuk dünyaya getirmiş olduğu gerçeği yüreğine büyük bir ağırlığın çökmesine sebep olmuştu.
“Bazı sebeplerden dolayı sizi cenazeye davet edemedik. Lütfen bağışlayın.”
“Önemli değil.”
Osamu oturduğu yerden kalktı. Üstündeki rengi solmuş önlüğü düzeltip atölyesine doğru yürürken ekledi: “Zaten annenle fazla yakın değildik.”
Topuklu ayakkabı seslerinin kendisini takip ettiğini işitti.
“Tıpkı annemin günlüğünde anlattığı gibisiniz. Karizmatik, çekingen… Biraz da yalancı.”
Osamu kaşlarını çatıp gülümsedi.
“Sen de tıpkı annene benziyorsun küçük hanım. Oldukça açık sözlüsün.”
İhtiyar dönüp baktığında genç kızın kollarını birbirine bağlamış tatlı tatlı gülümsemekte olduğunu gördü. Üzerindeki kırmızı elbise ve saçlarındaki çiçekli tokalarla nefes kesici görünüyordu. Tıpkı annesininkileri andıran çiğ damlası misali kıpraşan uzun kirpikleri, elbisesiyle aynı renk minik dudakları ve cam bilyeleri andıran gözleri Osamu’nun kalbinin sıkışmasına sebep oluyordu. Destek aldığı çalışma masasının arkasına geçti ve alnında biriken terleri elinin tersiyle sildi.
“Ziyaretime gelmene sevindim. Adım ne demiştin?”
“Ah, kusura bakmayın. Adım Hina. Hina Crane.”
“Memnun oldum, Crane hanım.”
“Hina deyin, lütfen.”
“Pekala, Hina-chan.” Osamu dizinin dibindeki tabureye oturup yanındakini de kıza uzattı. Hina tabureye yerleşip çantasından kırmızı kaplı, küçük bir defter çıkardı ve çalışma masasının üzerine bıraktı. Osamu bu defteri çok iyi biliyordu. Genç kadının doğum günü için buluştukları o güneşli Mayıs günü, limonata eşliğinde karaladıkları defterin en son sayfası zihninde tüm canlılığıyla duruyordu hala. Tanışmış olmalarının üzerinden iki sene geçmişti. Çıkmaya başlamalarının üzerinden ise sekiz ay, dört gün…
“Buraya annemin vefat ettiğini söylemek için gelmedim aslında.” Hina kirpiklerinin ardından çekingen bir tavırla Osamu’ya bakıyordu. “Annemin vefatından sonra geride bıraktığı her şeyi inceledim. Mektuplaşmalarınızı okudum, günlüğünü inceledim. Görünüşe göre birbirinizi epey seviyormuşsunuz.”
İhtiyar sessiz kalmayı seçti. Bugün konuşmak istediği son konuydu bu belki de.
“Ve ikiniz de o kadar inatçıymışsınız ki bir şakayı hayat boyu sürdürebilmişsiniz.”
Osamu elini ağzına götürüp homurdandı.
“Ne demek istiyorsun? Kusura bakma ama gördüğün gibi yapacak işlerim var. Belki sonra gelmelisin.”
“Fazla zamanınızı almayacağım. Yalnızca dinleyin. Annemin günlük yazılarında sürekli olarak sizi hayalinizdeki mesleği yapmaya ikna etmek için çabaladığı yazıyor.”
“Bu konuda çok ısrarcıydı, evet.”
“Siz de en az onun kadar inatçıymışsınız. Bir türlü şu anda da yapmakta olduğunuz mesleği bırakmak istememişsiniz.”
Osamu ensesini kaşıyıp iç geçirdi. Bir sigara tüttürmek için nelerini vermezdi şimdi.
“Yapmak istediğimden değildi. Yalnızca babamı tek başına bırakmak istemiyordum. Babam da o zamanlar beni bu mesleği yapmam için zorlamıyordu. Tamamen kendi seçimimdi.”
“Ama annem böyle düşünmüyordu.” dedi Hina, defterin üzerinde duran elini sıkarak. “Bu şekilde hareket ederek kendinizi kısıtladığınızı düşünüyordu. Bu yüzden de size bir şaka yapmaya karar vermişti.”
“Bir şaka mı?”
“Verdiğiniz karara karşılık kendisini bir başkasıyla evleniyormuş gibi gösterirse cayabileceğinizi düşünmüş. Sizi bir nevi ikilemde bırakmak istemiş.”
Osamu genç kızın söylediklerinin üzerinden defalarca geçerek anlam yüklemeye çalışıyor fakat ne kadar denerse denesin başaramıyordu. Duyduklarının gerçekten de bir şaka olduğunu düşünüyordu. Hina konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
“Siz vazgeçmeyince de rakibinizle evlenmiş sanırım. Yani babamla. Annemin ailesi bu duruma çok sevinmiş çünkü o zamanlar ailesinin epey zengin olduğunu yazmış. Ama annem... bundan hiç memnun değilmiş. Aylarca babamın anneme yaptığı eziyetleri yazmış. Onu nasıl defalarca aldattığını… Sizi hep beklemiş. Ve en sonunda da intihar etmiş.”
Osamu nefesinin daralmaya başladığını hissediyordu. Duyduklarını kabullenmek istemediğinden sanki onlarca el boğazına sarılıyor ve onu suçluluk duygusunun en dipsiz noktasına çekmeye çalışıyordu. Tsukiko’nun inatçılığının hafife alınmayacak bir şey olduğunu adı gibi biliyordu lakin bu kadar ileriye gitmiş olabileceğini kendisi bile düşünememişti. Yine de bunları şimdi öğrenmiş olmanın ne kendisine ne de bu dünyada olmayan sevgilisi için bir faydası vardı. Ayaklandı ve önlüğünü çıkarıp bir kenara fırlattı.
“Bunları şimdi konuşmanın hiçbir yararı yok Hina-chan. Şimdi izninle, yapmam gereken işler var.”
Dükkânı kapatıp uzaklaşmak ve duyduklarını unutmak için bünyesine alabileceği her türlü uyuşturucuyu almak istiyordu. Belki de arka arkaya uyku ilacı atar ve kendini zorla bayıltırdı. Daha önce yapmadığı şey değildi. Acaba eskiyen bünyesi bunu kaldırabilir miydi? Seçeneklerini değerlendirirken atölyeden çıkmak üzereydi. Hina adamın koluna yapıştı ve haykırdı.
“Lütfen! Söyleyeceklerim daha bitmedi!”
“Tsukiko’dan ayrılmak benim için yeterince acıydı. Unutulmaya yüz tutmuş acılarımı daha fazla deşmene izin veremem, Hina.”
“Size bunları hatırlatmak ve sizi üzmek gibi bir amacım yoktu. Özür dilerim. Lütfen dinleyin.”
Osamu genç kızın uzanıp elini tuttuğunu fark etti. Hina kenarları yaşlarla bezenmiş gözlerini adamınkilere dikti.
“Annem gittikten sonra bir başıma kaldım. Anneme yaşattıklarından sonra o adama baba demeye bile dilim varmıyor zaten.”
Osamu kaşlarını çatıp iç geçirdi.
“Bu yaştan sonra kimseye babalık yapamam küçük hanım. Eğer istediğin buysa-”
“Sizden böyle bir şeyi nasıl isteyebilirim! Okuduklarımdan sonra kalbimde yalnızca siz varken…”
Hina ihtiyarın elini iyice sıktı ve başını eğip sessizce bir cevap bekledi. Bir kucaklama, kendini çekme yahut bir kelime. Ancak ihtiyardan hiçbir tepki gelmemişti. Sanki kendisine yapılan bu inanılmaz tekliften sonra ruhu bedenini terk etmiş ve taştan bir heykele dönüşmüştü.  Genç kızın söylediklerini doğru anlayıp anlamadığından emin değildi. Bu yüzden ne diyeceğini bilemiyordu. Sonunda bir soruyla sessizliği bozdu.
“Ne demek bu?”
“Cevabınızı bekliyor olacağım.” Hina adamın elini bırakıp geri çekildi. “Bunu size itiraf etmek için çok ama çok düşündüm. Hatta kendimi vazgeçirmek için çok çaba sarf ettim. Ancak kalbime bir türlü söz geçiremedim. Kaç yaşında olduğunuzun benim için hiçbir önemi yok.” Titrek bakışlarını adama çevirip gülümsedi. “Tek istediğim bunca zamandır yüreğinizde bastırdığınız duygulara ulaşmak ve hayatımın geri kalanını sizinle birlikte geçirmek. Bunu lütfen düşünün. Bir hafta sonra yeniden ziyaretinize geleceğim.”
Genç kız, adamın cevap vermesine fırsat bırakmadan aceleci tıkırtılarla dükkândan çıkıp gitti ve Osamu’yu kocaman bir bilmecenin tam ortasında bıraktı.

2017/10/01

Bir Şaka (Kısa Hikaye)

"Bu şekilde karşılaşacağımızı tahmin etmemiştim doğrusu."
Adam yüzünde en ufak bir duygu izi bulundurmaksızın, altı halkalarla sarılmış gözlerini tek bir noktaya dikmişti. Hıristiyan adetlerine göre yapılmış mermerden bir mezar taşıdı baktığı. Üzerine el yazısıyla "Daima Sevgiyle Hatırlanacak". "Sadık bir eş ve sevgi dolu bir anne. Tsukiko Crane." Bir de taşın dibine köklerinden kopmaması için tütsü yerleri yapılmıştı. Tütsüler bir haftadır aralıksız yağan yağmurlardan dolayı bitmeden ıslanıp sönmüşlerdi.
 "O kadar da üzülmedin." diyordu içindeki ses elindeki çiçeği yavaşça tütsülerin arasına bırakırken. Kırmızı zambak. Tsukiko'nun en sevdiği çiçekti. İnancına göre, diğer bir deyişle evlendiği adamın inancına göre yeniden doğuşu simgeler. Acaba Tsukiko bunu biliyor muydu? "Yanındaki mezarı ayırtmak ister miydin? Hani, ne olur ne olmaz?"
İçindeki sesi duymazlıktan gelerek doğruldu ve gitmeden önce son kez mezar taşına baktı eski sevgilisinin.
Bu onu son görüşü olacaktı.

"Bir haftadır devam etmekte olan sağanak yağış tüm şehri felç etmiş durumda. Barajlar doldu ve gördüğünüz üzere arkamdaki yol tamamen su altında. İnsanlar karşıdan karşıya geçebilmek için ya suyun içine dalıyor ya da arkamda gördüğünüz vatandaşlarımız gibi pratik çözümler buluyorlar."
Çamurlu suyun içinde yüzen renkli plaj yatakları. Kahkahalarla gülen insanlar. Ardından kırsal kesimlerden birinde çıkan selde kaybolan insanları konu alan başka bir haber. Ağlayan yüzler, çamurlu suyun içinde yüzen eşyalar.
Kumandayı eline alıp televizyonu kapattı. Medyanın her şeyi malzeme haline getirmesinden oldu olası nefret etmişti. Sonu gelmeyen iç geçirişleri bir paket sigarayı daha tüketmişti. Geniş salonun tavanı dans eden beyaz hayaletlerle doluydu. Özgürlüklerine kavuşabilsinler diye kalkıp pencerelerden birini araladı ve izmarit dolu küllüğü kapanmasını önlemek için önüne koydu. Kırk altı yıllık hayatı boyunca sayısız kez bu hayaletleri biriktirme alışkanlığını bırakmaya çalışmış ancak başarısız olmuştu Osamu. Bu akşam da o başarısız girişimlerinden birine daha imza atmıştı.
"Tebrikler!"
Kendini alkışladı ve ayağa kalkıp pencere dibindeki süs çiçeklerini suladı. Her gün bu küçük şeylerin hayatını bir kademe daha zorlaştırdığından yakınır, her seferinde de yanlarına bir yenisini daha eklerdi. Hareket edemeseler de, konuşamasalar da onları dünyadaki birçok şeyden daha anlamlı ve ilgi çekici buluyordu. Belki de hala hayatta oluşunun sebebi böyle küçük bir şeydi.
Sulama kabını mutfağa geri götürdü. Dönüşte bir çift ölü gözle karşı karşıya gelmişti. Kalbi bir anlığına hızla çırpındı. Ardından iç geçirişlerine bir yenisini ekledi.
"Ah. Benmişim."
Aynada çökmüş gözaltlarını ve hafiften beyazlayan saçlarını inceledi. Yaşlanmaya dair işaretler boy göstermiş olmasına rağmen senelerdir yüzünde belirgin bir değişiklik olmamıştı. Sanki kendini bildi bileli bu haldeydi. Bir altmış beş boy, siyah düz standart kesim saçlar, kemikli eller, ölü gözler.
Ölü gözlerin yaşlanmayla uzaktan yakından alakası yoktu.
Ölü gözler hep vardı. Ve bundan sonra da olacaktı.

Biip biip. Gün değişimi.
Ölü gözler dönüp duvarda asılı saate baktı. Saatin ortasındaki tarih bölmesi iki Kasım'ı gösteriyordu. Saatin sesi onu uyandırana kadar kanepesinde uyukladığının farkında değildi.
"Doğum günün kutlu olsun." dedi kendi kendine. "Sürprizlere açık ol, Osamun. Kim bilir, belki hayatının mucizesiyle karşılaşırsın."
Bunu söylerken Tsukiko'yu taklit etmişti.
"Hayatımın mucizesi benden seneler önce ayrılıp bir yabancıyla evlendi ve uzaklara gitti. Şimdi o kadar uzakta ki, artık bu dünyada bile değil."
Kalkıp pencereyi kapattı ve ışıkları söndürdü.
"Mucizeler ancak bir çocuğun inanabileceği ölçüde gerçek."


"Sen benim gibi biri için fazlasın Osamu. Benim gibi basit insanlar kendilerine benzer kişilere âşık olur."

Sancılı bir uykunun ardından zorlukla uyanabilen ihtiyarın gözleri açılır açılmaz duvardaki saate odaklanmıştı. Tik takları odanın içinde yankı yapan saatin akrebi öğleni gösteriyordu.
"Dükkân açmak için geç bir saat. İyi ki çırağım var."
Telefonunda biriken arama kayıtlarını ve mesajları gördüğünde mutfakta kendine çay hazırlamaktaydı. Çaysız gün başlamazdı. Bu gençlik günlerinden beri değişmez bir kuraldı. Gelen mesajlara karşılık vermekle uğraşmak yerine (Hem zaman kaybıydı hem de bu yeni nesil araçlarla arası pek iyi değildi.) mesajların sahibi olan çırağını aradı. Daha ilk çalmada telefon açılmış, karşıdaki ses panik ve tedirginlikle titreyerek konuşmaya başlamıştı.
"A-alo? Alo? Sensei?"
"Wataru-kun? Merhaba. Beni aramışsı-"
Karşıdaki ses Osamu'nun konuşmasını bitirmesine fırsat bırakmadan konuşmaya devam etti.
"Bana çok kızgın olduğunuzun farkındayım! Dükkâna geç gelir yahut önceden mazeret bildirmezsem önlüğümü dükkâna bırakıp gözünüze gözükmememi söylemiştiniz! Ama gerçekten arama fırsatını bulabilseydim sizi haberdar edecektim! Geri arayıp bir şans daha verdiğiniz için çok teşekkür ederim!"
Wataru'nun telefonun öbür ucunda yerlere kadar eğildiğini görür gibi olmuştu Osamu. Sırıtarak çayını yudumlarken cevap verdi.
"Neymiş bu mazeretin bakalım?" Sesi kendinden emin ve biraz da kızmış gibi geliyordu kulağa. Sanki öğlene kadar uyuklayan sorumsuz usta kendisi değilmiş gibi.
"E-eşim efendim. Dün gece doğum yaptı."
Osamu'nun gözleri şaşkınlıkla açıldı.
"Aileye küçük bir baş belası geldi. Tebrikler Wataru." İçindeki ses bir kez daha patavatsızlığını ortaya koyuyordu.
"Öyle mi? Tebrik ederim." diyebildi sadece.
Wataru konuşmanın geri kalanında bugün dükkâna gelemeyeceğini her cümlesinin başında özür ifadeleriyle bildirip görüşmeyi bitirdi. Dükkân açacak bir çırak olmadığından ustanın daha fazla uyuşukluk yapmak gibi bir ayrıcalığı olamazdı. Çayını içip hazırlandı ve vakit kaybetmeden dükkânının yolunu tuttu.

Dükkânın ahşap kapıları minik tıkırtılar çıkararak açıldı. Şimdi dükkân sahibinin geç de olsa her zamanki ritüeli uygulama vaktiydi. Kendini bildi bileli bu atölyesiyle birbirine bağlı bulunan seramik eşya dükkânında çalıştığından, kapıları açıp üzerinden temizlik yapmak ve komşu dükkânların sahipleriyle havadan sudan konuşmak gibi şeylere çoktan beri alışmıştı. Geleneksel seramik boyamacılığı babasından Osamu'ya kalmış tek cevherdi. Ölmeden önceki son saatlerini bile bu atölyede, üzerinde lekeli bir önlük ve elinde fırçayla geçiren ihtiyar adam, zanaatının ne kadar çok devam etmesini istemiş olsa da Osamu'yu hiçbir zaman kendi işini yapması için zorlamamıştı. Ama Osamu, çok sevdiği babasından kalan anıların yerleştiği bu dükkânı öylece tek edememişti.
"Bu aptallık!"
Çalışma önlüğünü üzerine giyerken Tsukiko'nun bir martıyı andıran ince sesi kulaklarında yankılandı. Dün yarım bıraktığı işine devam etmek için hemen atölyeye geçmişti. Zaten bu saatte pek gelen gidenin olacağını da zannetmiyordu.
"Neden yazmak gibi harika bir yeteneğin varken bunu baba mesleğinin ardına saklıyorsun?"
Yazar olmak genç bir delikanlıyken Osamu'nın tek hayaliydi ve Tsukiko'nun da sık sık onu desteklediği olurdu. Ama babasının ölümünden kendini koparamayınca bu hayalinden vazgeçmişti.
"Belki de Tsukiko haklıydı." diye düşündüğü oluyordu. Ama bu yine de onun kendisine yaptıkları için bir mazeret olamazdı.

Düşüncelere dalmış halde safir rengi boyaya bulanmış ince fırçasını dikkatle ve incelikle seramik kâsenin üzerinde gezdirirken dükkânın kapı zillerinin çaldığını işitti.
Ah. Beklenmedik bir müşteri.
Fırçasını ve kâsesini yavaşça bırakıp dükkâna açılan ara kapıya koştu. Gelen müşteri, daha doğrusu bir misafirdi, Osamu'nın kapının eşiğine çakılıp kalmasına ve kısa süreliğine düşünce yetisini kaybetmesine sebep olmuştu.
Siyah düz saçları omuzlarına dökülen bir bayandı karşısındaki. Minik dudaklarıyla belli belirsiz gülümsüyor, cam gibi ışıldayan gözleriyle Osamu'yu süzüyordu.
"Affedersiniz. Seramik boyacısı Osamu Bey siz misiniz?"
Osamu'nun midesi artık arıların durmaksızın girip çıktığı bir kovandı sanki. Hızlanan kalp atışlarına engel olamıyordu. Benzerlik kaçınılmazdı. Bu genç kadın Tsukiko'nun bir kopyasıydı adeta.
Tereddütle kafasını sallarken genç bayan sekerek ona yaklaştı ve ansızın kollarını adamın etrafına dolayıp onu sıcak bir kucaklamanın içine hapsetti.
Osamu hareket edemiyor, düşünemiyordu. Etrafını saran çiçek kokusu anılarını da beraberinde getirmiş, hüzünle karışık bir uyuşukluğun pençesine düşmüştü. İnce, martıyı andıran hayaletin sesi bir kez daha bilinçaltında yankılandı.

"Sürprizlere açık ol Osamun! Kim bilir, belki hayatının mucizesiyle karşılaşırsın." 

Tasarım: Zuri