2015/03/24

Görünmez Duvar (Kısa Hikaye / Bölüm 1)


Gözleri durmaksızın gri duvarın üzerinde asılı duran metal, yuvarlak saatin içinde yavaşça dönen saniyeyle dans ediyordu. Biraz daha hızlı olamaz mıydı şu ince çubuk? Sanki takip ettikçe daha da yavaşlıyordu. Gözlerini kaçırdı. Bugünün bir an önce bitmesini istiyordu, evet. Bu saçma toplantıdan da, insanların asık suratlarından da sıkılmıştı. Ayrıca asistanlığını yaptığı yazar da iki gündür ortalıklarda yoktu. Neredeydi bu serseri adam sahi? Serseri diyordu ama bu adama daha önce kimseye duymadığı kadar büyük bir saygı ve sevgi duyuyordu. Aralarında yalnızca birkaç yaş vardı ama o farklıydı. Neydi onu bu kadar farklı kılan? Neydi ikisi arasına dağları sokan? 
Arkasına topladığı uzun saçları vardı ilk tanıştıklarında. Küçücük gözleri ve gölgelerin ardına sakladığı sevimli bir gülümsemesi vardı. Kimseye karşı en ufak bir samimiyet göstermezdi. Sakladığı gülümsemesini ortaya çıkarabilmek için günlerce, hatta haftalarca uğraşmanız gerekirdi. Onlarca ülke gezmemişti, altı dil bilmiyordu. Ancak bilinçaltının etrafını sarmalayan dikenli sarmaşıkları yakmıştı. Ülkeleri gezmesine gerek yoktu, uzun süslü cümleler kullanmasına da. Anlattığı her şeyde, yazdığı her hikayede kendisini görürdünüz, içinde yaşadığı uçsuz bucaksız ilginç dünyaya adım atardınız. Sizinle her konuşmasında o dünyaya bir adım daha çekilirdiniz. Fakat sonra birden sizi kapı dışarı eder ve yeniden oraya girebilmek için peşinden defalarca koşardınız. Niou ondan çok şey öğreneceğini düşünüyordu. Fakat hala onu anlayabilmek, dünyasına açılan kapıları açabilmek için peşinden koşuyordu.
Geçen hafta elinde soluk kahve bir güneş şemsiyesiyle her zaman buluşup birlikte yürüdükleri otobüs durağına geldiğinde, asistanı Niou ensesinde sallanan ve gözlerini hafifçe örten ince telli siyah saçları görünce gözlerine inanamamıştı. Saçlarına yazdıklarından bile daha çok değer veren bir adam nasıl olmuştu da bir seferde onları bu kadar kısa kestirebilmişti. Ne kadar diretirse diretsin tam bir cevap alamamıştı ondan. 
"Kestirdim işte." demişti. "Arada sırada ufak değişiklikler yapmak insanın hayatına renk katar."
İyi de neden çok sevdiği saçlarıydı? Değişiklik yapmak için bir çok şey seçilebilirdi. Ev eşyaları değişebilirdi, kıyafetler değişebilirdi, her zaman dinlenen radyo değişebilirdi. Tıpkı gölgelerin içinde parıldayan gülümsemesi gibi kelimelerin ardına binlerce duygu, binlerce hayat saklayan bu adamın, sorusuna böylesine basit bir cevap vermesi ona hiç mi hiç inandırıcı gelmemişti. Ya da belki de gerçekten bir nedeni yoktu. 
Kimi zaman kurduğu imgelerle insanı uyutan, kimi zaman art arda getirdiği o kelimelerle insanı tokatlayıp kendine getiren, bazen içinde yaşadığı hayata sıkı sıkı bağlı, bazense fazlaca umursamaz biriydi Yoshida-san.

Her zaman buluştukları durağa doğru kör adımlarla ilerlerken saat akşam üzeri altıya gelmekteydi. Hava hafifçe kararmış, soluk mavi gökyüzünde ne idüğü belirsiz siyah kanatlar uçuşmaya başlamıştı. Yanından geçen arabaların motorları sanki kulaklarının içinde çalışıyordu. Yorulmuştu, bitmişti. Ama telefonunu elinden bir türlü bırakamıyordu. Beşer dakika arayla aradığı hiçbir çağrısına cevap verilmemişti. Karşı telefon durmadan meşgul çalıyordu. İster istemez aklı bin bir türlü kötü düşünceyle doluyordu. Belki de yalnızca uzun zamandır görüşmediği bir arkadaşıyla uzun uzadıya muhabbet ediyordu. Öyleyse neden şirkete gelmemişti? Hasta mıydı? Hasta olsaydı mutlaka telefonda mızmızlanır ve asistanını kölesi gibi kullanmaya başlardı. Kendi kendine güldü Niou. Dört senedir asistanlığını yapmaktaydı ve bu süre içerisinde imrenerek baktığı adamın türlü hallerini görmüştü. Ona hayranlığı da bu yüzdendi ya. Hiçbir zaman içindeki bu renkli dünyayı kolay kolay etrafındakilere göstermemişti.

Telefon meşgul çalmaya devam ediyordu. Yanlışlıkla açık bırakmış olmalıydı. Bazen bir şeyler yazmak istediğinde rahatsız edilmemek için bütün telefonları kapatır ve kendini eve kilitler, günlerce çıkmazdı. Elbette! Yazacak bir şeyler bulmuş olmalıydı! Bu düşünce az da olsa genç adamın yüreğine su serpmişti. Ama yine de gidip kontrol edecekti. 
Tam o sırada önünde korna çalan taksinin içindeki sürücüyle göz göze gelip irkildi ve elindeki telefonu düşürdü. Aracın içindeki adam gülüyordu, korna çalmayı kesmiş, arabanın penceresinden acıyan gözlerle üç parçaya ayrılmış telefonunu toplamaya çalışan Niou'ya bakıyordu.
"Gidecek bir yerin var gibi görünüyor."
Niou eğildiği yerden kalktı ve çatık kaşlarla adama baktı.
"Nereden bildiniz?"
Adam çenesindeki kirli sakalı karıştırıp yine güldü ve aracın kapısını açıp onu içeriye buyurdu. Garip birine benziyordu, şimdiye kadar hiç böyle bir taksici görmemişti. Aynasının üzerinde camdan renkli boncukları olan bir bileklik asılıydı, akşam ışıklarının arasında çiçek gibi açıyordu. Gideceği adresi söylerken gözleri ister istemez ona takılmıştı. Adam yine garip bir şekilde gülüp onun bir ay önce ölen kızına ait olduğunu söylemişti.
"Hayat hiçbirimize adil davranmadı genç efendi, hem de hiç birimize. Tanrılara en azından kızıma güzel bir gelecek bahşetmesi için yalvarmıştım. Ama aldığım cevap neydi biliyor musun? İşte o sallanan bileklik. Kızımdan geriye kalan sadece oydu."
Niou iç geçirip gözlerini bileklikten çevirip iki yanında akan bulanık görüntülere çevirdi. Hava iyice kararmıştı. Ağaçların arasından soğuk rüzgarlar kıvrılıp yarı aralık pencereden içeriye giriyordu. Çok geçmeden araç durdu ve garip taksici ücretini aldıktan sonra karanlığın içinde kaybolup gitti. Camdan bilekliğin yolda ilerlerken çıkardığı şıkırtıyı hala duyar gibiydi. İç geçirip apartmandan içeriye girdi ve kendisine verilen yedek anahtarı kullanıp Yoshida'nın dairesine adım attı.

Kahve kokusu. İçeriye girer girmez burnuna ilişen kahve kokusu bütün evi sarmış gibiydi. Uzaktan bir yerden huzur verici bir klasik müzik parçası çalmaktaydı. Bach? Chopin? Hayır, art arda dizilmiş anormal derecede birbiriyle uyumlu bu notalar ancak Satie'ye ait olabilirdi. 
"Yoshida-san?"
Cılız sesi dairede kaybolup gitti. Normalde hep bu cılız sese karşılık veren tatlı, yumuşak bir ses olurdu. İçini saran tedirginlik hissiyle birkaç adım daha atıp ayakkabılarını çıkardı ve önünde uzanan koridorda ilerledi. O kadar huzursuz ve tedirgindi ki çantasını ve paltosunu girişe koymayı unutmuştu. Elinde deri çantası ve siyah paltosuyla ilerlerken içinden bir ses "Belki de uyuyakaldı." diyordu. "Belki de hasta olduğunu sana söyleyemeyecek kadar hastaydı." Düşünceler beynini yiyordu. Ona kötü bir şey olmuş olması düşüncesine dayanamıyordu. Kendisine yol gösteren bu mükemmel ışığın sönmüş olmasına inanmak istemiyordu. Ama belki de abartıyordu. İnsan beyni tereddüte düştüğü en ufak anda kötü düşünceleri bilinçaltına sermekte ustaydı. Evet! Derin bir soluk alıp salona açılan kapıyı yavaşça araladı ve etrafa göz gezdirdi. Arkası dönük, koyu hardal rengi uzun bir kanepe, karşısında küçük, eski bir televizyon. Açık televizyon bir denizaltı belgeselini göstermekteydi fakat sesi kısıktı. Onun yerine içerisini Satie'nin güzel besteleri doldurmaktaydı. Tepedeki sarı ışık kanepenin rengini daha da açık gösteriyordu. 
"Affedersiniz..."
Kapıyı açıp içeriye girdi ve etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu. Televizyon ve kanepe arasında kalan sehpanın üzerinde yarısı içilmiş, dumanı üzerinde tüten bir kahve ve yanında bir CD ile bir kağıt vardı. Kağıdın üzerinde CD'yi gösteren bir ok ve Yoshida'nın el yazısı.
"Beni izle."

>>Bölüm 2

8 yorum:

  1. Vay, gerçekten çok sevdim. Heyecanlı bir şey. Devamını sabırsızlıkla bekliyorum *-*

    YanıtlaSil
  2. Nininim~~ cok guzel yazmissin ya.. diger bolumleri de bekliyorum*-*-*

    YanıtlaSil
  3. Çok güzel ve akıcı bir dilin var shuu-san :)) Okurken hiç sıkılmadım ve daha da çok okuyasım geldi.Tek yakındığım şey bana göre oda biraz kısa oluşu bölümün :D Sanki birazcık daha uzun olabilir :)) Sonunu da merak ettim şimdi acaba Yoshida-sanımız videoda ne demiş :D Devamını dört gözle bekliyor olacağım :)))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de çok uzun olmasın okuyan sıkılır diye kısa tutmuştum ;v; Teşekkür ederim okuduğun için bu akşam devamını getirebilmeyi umuyorum :3

      Sil
  4. Belki bir anlamsız olacak lafızlarım lakin şu an led zepplin’in klasiği olan stairway to heaven aklıma esip açarak satırlarını okumaya başlamamla henüz parçanın sona ermemesiyle –oysa tek o solo kısmı için can atıyordum nedense- bölümün son ermesi bir oldu. Demem o ki; o kadar akıcı ve detaylı yazmışsın ki, gözlerim de odayı kokusuyla sarmalamış taze kahveyle, ışığıyla her yeri kuşatan açık televizyonun vesilesiyle eşyaların yansıyan gölgelerinin sanki bu sükuneti kuşanmış mekanda gölge dansı yapması arzulanır vaziyette açık bırakılmış şarkı, gözümde canlandı. (Tabii şarkı kısmı. ) oldukça duru ama bir o denli de hoş bir kalemin var. Kurgu da beni kendisine bağladı. Son noktalarda olayın esrarengiz hâl almasıyla şimdi ne olacak demem bir oldu. Vede şimdi ne olacak dahi demeden ikinci bölüme geçiş yapıyorum. Kurgusuyla, kalemle resmen kelamların, tıpkı o; açık olan televizyonun ışığına düşen gölgelerin dansı gibi insanın aklını kuşanarak hayat bulurcasına resmediyor. Ellerine sağlık Shuu. Çok beğenerek okudum. ^^

    YanıtlaSil
  5. omg omg ben nası bunu daha önce görmedim devam ediyoruuuum

    SHUUCHAN DAHA ÇOK YAZ! OMG

    YanıtlaSil

Tasarım: Zuri