Bu evden ne kadar nefret ettiğimi anlatmak için milyonlarca kelime sarf etsem dahi içimdeki sonsuz nefret ve mide bulantısını tanımlamak için yeterli olmazdı. Ölü renklerin hakim olduğu bu pis kokulu duvarlar bir taraftan ciğerlerimi daraltıyor, bir taraftan da hayatımın görmezden gelinemeyecek kadar detaylı bir resmini çiziyordu sanki bana. Bu rutubetli, rezil duvarlara bakarken ruhumun derinliklerinde dışa vurmaya korktuğum karanlığı, çaresizliği ve umutsuzluğu görüyordum. Duvarlar bana bakıyor, ben duvarlara bakıyordum. Duvarlarda kendimi görüyordum. Ve bu evden bir kez daha nefret ediyordum.
Buraya taşınalı aşağı yukarı beş sene ya olmuştu ya olmamıştı fakat bu eve adımımı attığım günden beri sanki kendimi bildim bileli bu evde yaşıyormuşum gibi hissetmeye başlamıştım. Sanki burada doğup büyümüştüm, bu evden önceki bütün anılarım ya bir sabah rüyası gibi parça pincik zihnimin köşesinde belli belirsiz yer tutuyor ya da hiç yaşanmamış gibi ortadan kayboluyordu. Bu uğursuz, pis evin içinde geçirdiğim zamanın ölçüsünü saatle bile tutamıyordum. Sabah gözlerimi açıyordum ve kahvaltı etmek için ayağa kalkana kadar güneş tepeye çıkıp yatak odamı kavurmaya başlıyordu. Gözlerimi açmamla ayağa kalkmam arasındaki o çok kısa zannettiğim saatler yatak çarşaflarımın arasına dalıp üzerime çöküyor ve beni adeta felç ediyordu. Zamanın bu görünmez karabasanından kurtulup mutfağa adımımı atabildiğimde ise yemek yiyecek kadar bile gücümün olmadığını hissediyordum. Aslında kurtulduğumu düşünerek kendimi kandırıyordum çünkü karabasanın ayaklarımdan çekiştirerek beni yatağa geri çekmeye çalıştığını üzerimdeki bu asla bitmeyen yorgunluk ve halsizlik hissinden anlayabiliyordum.
Gün içinde gözüm birçok kez duvarlardaki saatlere takılıyordu. Akrep ve yelkovan arkalarından koşan ölümden kaçmak için bu kadar hızlı koşuyor olmalıydılar ancak koştukları bu yolda dönüp dolaşıp yine önlerinin ölüm tarafından kesileceğinin farkında değildiler. Bu denli aceleci olmalarını anlamlandıramıyordum ve onlara ayak uyduramıyordum; ben onları izlerken bile koşmaya devam ediyorlardı, beni bekledikleri yoktu ki! Nasıl yetişecektim?
Doktorum normal çıkan tahlil sonuçlarımı görmezden gelerek halsizliğimin dengesiz beslenmemden ve düzensiz uyku rutinimden olduğunu söylüyor ve bana asla işe yaramayacak vitamin haplarından verip başından atıyordu. Halbuki ben biliyordum, bunu o ev yapıyordu. Dışarıya çıktığım zaman her şey normale dönüyor gibi oluyordu. Yeniden yaşadığımı hissetmeye başlıyordum. Akrep ve yelkovanın ayak izlerini takip edebiliyordum. Fakat sonra evin beni yine o mide bulandırıcı, irinli sesiyle çağırdığını işitiyordum. "Gel." diyordu. "Gel. Beni terk edersen neler olacağını biliyorsun. Daha da büyüyüp başına çökeceğim."
Kimsenin yapmamı istemediği işler çıkıyordu ortaya sırf beni o pislik yere çekebilmek için. "Gitmem gerek." diyordum yine akrep ve yelkovana. "Evde yapmam gereken işler var." Onlar yollarına devam ediyordu çünkü benim hayatım onların umurlarında değildi. Ve geri dönüyordum. Hastalık kapıyı açıp beni içeriye davet ediyordu. Ben yokken eve iyi bakmıştı belli ki. Kendimi yine umutsuzluğun parmaklıkları arkasında, daha iyi yaşamak için çırpınırken buluyordum. Hastalık ise sadece gülüyordu çünkü ondan asla kurtulamayacağımı biliyordu. Param yetse de zamanım yetmezdi buna. Akreple yelkovan çoktan beni unutup gitmişlerdi çünkü.
Doktorum böyle durumlarda beni kötü hissettiren her şeyi görmezden gelmemi ve onları küçük görmemi tavsiye ediyordu. Fakat bilmediği şey, beni kötü hissettiren şeyin tam göbeğinde yaşadığımdı. Beni her gün kucaklayıp boğazımı sıkarken, verdiği zihin uyuşturucu ilaçlar nereye kadar görmezden gelmeme yardım edebilirdi ki? Doktorum yine beni başından atmıştı belli ki. Söylediği hiçbir şey, verdiği hiçbir tavsiye işe yaramıyordu. Fikrimce doktorların tavsiye verecek kadar iyi doktor olabilmeleri için hastalarının yaşadıklarını yaşamaları gerekiyordu. Çünkü hiçbir tavsiye, arkasında onu destekleyecek tecrübeler olmadan çözümün kapısını açamazdı.
Ama yine de dediğini yaptım. Zamanla her şeyi görmezden gelmeye başladım. Ruhumu daraltan kabuslarımı görmezden geldim, sorunlarımı görmezden geldim, ucube kişiliğimi görmezden geldim, bana küçümseyerek bakan herkesi görmezden geldim, kısaca bu pislik evi görmezden geldim. En sonunda da kendi benliğimi görmezden geldim. Ve bir gün uyandığımda doktorların yine yanıldığını fark ettim.
Bu evi görmezden gelmek kendimi unutmak demekti. Kendimi unutmak demek benliğimi bu hayattan tamamen silmek demekti. Bu yüzden duvarlara daha dikkatle baktım. Baktıkça daha çok sevdim. Sevdikçe daha çok bağlandım. Ruhsuz duvarlar beni kucakladı, ellerimin soğuk betonun içine dalışını iliklerime kadar hissettim. Zihnimin kontrolünü kaybetmek, kendi benliğimle bütünleşmek, bu evle bir olmak ve zamanın kaçıp gitmesine izin vermek bana hiç bu kadar mutluluk vermemişti.
Kollarımın arasındaki rutubetli sessizlik, kahramanının ben olduğum sonsuz bir hikaye anlatmaya başladı bana. Soğuktu ve pis kokuyordu. Mide bulandırıyordu.
Fakat bir türlü kendimi bu hikayeyi dinlemekten alıkoyamıyordum.